kentin kapısında, ben de durayazacaktım...
–“lût’un kadını”, darb ve mesel, enis batur–
–“lût’un kadını”, darb ve mesel, enis batur–
gitmeliydim... bir saatliğine. bilemedin iki... gittim, evet. [hiçbir yere (yeni!) gitmedim, hayır].
aynı yolda, yalnızca yürüyor, düşünüyordum; düşünüyor, yürüyordum. işte, o kadar...
o nasıl bir gitmekse, işte o kadar gittim...
dün gittiğimde... üç dört selamlaşma oldu yol boyu. biri gidişte, biri dönüşte: aynı kişiyle oldu ikisi.
[her gün yapsam bu yürüyüşü. her yürüyüşümde bir “derindüşünme dersim” olsa demiştim ilk başladığımda...
bundan otuz otuz beş yıl önce, yabancı bir ülkede böyle yürüyüşlerim olurdu. yine “bir saatliğine” diye çıkardım yola. ama, üç gün sonra dönerdim evime... yirmili yaşlarımdı.]
“ilk tam eylül havası”ydı bugün: biraz esintili, biraz karamsar. bir de, yol boyu sessizlik.
dedim ki içimden: yirmi gün önce yola çıkan “ağustos”, kim bilir hangi ülkededir şimdi.
ve yine dedim ki: buralarda, “ey” diye bir şey olmaz artık. “lül”se, belki bir on gün daha...
dönüşte fark ettim. yürüdüğüm yolda, her on on beş adımda bir dört yol: sol aşağı (iniş), sağ yukarı (yokuş); bir ileri (düz), bir geri (düz). içimden bu sapaklardan birine sapmak geçti bir iki kez. ne değişecekti ki sapsam: hiçbir şey...
gidişte sapmak? belki, o bir değişikliğe yol açabilirdi.
...
eylülün bugünü, iyi ki esintili. kimi küçüklü büyüklü kâğıtlar uçuşuyor...
bugünkü yürüyüşümdeki “derindüşünme dersim”: “her şeyi kendi karşıtıyla birlikte...”.
düşünüyor, yürüyorum; yürüyor, düşünüyorum.
az ilerdeki dört yolun sol yukarı sapağından aşağıya doğru sürüklenip gelen yarım gazete boyutunda bir kâğıt... gazete kâğıdı.
havalandı, havalandı... gelip sarılıverdi ayaklarımın arasına. gözlerim takıldı üzerindeki başlığa. eğilip aldım...
“Erken öldü. O, yaşamı roman bir insan. Kendisi güzel bir kadın. Yapıtlarıyla çok içten bir yazardı. Coşkusu taze, acıyla alay edebilen, cıvıl cıvıl, kahkahalı, hüzün gözlü ve gözüpek bir kadındı. O, anneliğini yazı yaşamından ayırmayacak kadar gerçekçi bir kadın. Mükemmel görünmek için çırpınmayacak kadar özgüvenli bir dişi, delidolu ve yaramazdı. Yaramazlığını saklamayacak kadar oyuncu bir çocuk yetişkindi...
Onun yapıtlarında yer alan kadın karakterleri özyaşamöyküsel özellikler taşır. O kadınlar, yaşamın çok önemli, coşkulu öbür yarısının sokakta geçtiğini, sokağın yalnızca erkeklere bırakılması yüzünden çok şey kaçırdıklarını anlamış ve artık sokağa çıkma, gösteriye ve mitinge katılma yürekliliği göstermiş kadınlardır. Sessiz ev içlerine, mutfak ve oda köşelerine sığmayan o kadınlar...
Neşeyle fırladıkları sokağın sandıkları kadar kolaylıkla kendilerine yol açmayacağını anlayınca tökezler, şaşırır, bocalar; ama, asla eve geri dönmezler. Artık sokakta da kadın olacaktır! O kadınlar, artık tükenen ilişkilerini, yalnızlığı da göze alarak terk edebilme yürekliliği gösteren kadınlardır.
Şafak romanının Oya’sı, Yenişehir’de Bir Öğle Vakti’nin Olcay’ı, Yürümek’in ...’sı ve ötekiler...”
...
Okuduğum bu sözlerin yer aldığı yazının başlığını okumayı sona bıraktım...
[Başlık (sondan başa doğru): “Soysal Sevgi: kızım ve kızkardeşim, annem – Uzuner Buket – Gördüklerim – Okuduklarım – Perşembe 2011 Eylül 15 - KİTAPVATAN – Sayfa 32]
4 Yorum:
Altıyollarda,dört yollarda sapmak sokaklardan birine; değiştirebilir çok şeyi.Zaten yaşamak "geçilecek sokakları seçmek" değil mi biraz da?
İnsanın iç sesiyle birlikte yürürkenki hipnoz hali cevaplayabilir içsel soruları.O hipnoz halinde bulmuşumdur birçok cevabı,bazen şiir parçacıkları saplanır zihnime, akarsuda sürüklenirken dal parçasına takılıp kalan bir yaprak gibi...hemen not almak için küçük defterciklerimden birini çıkarırım.Otobüste vapurdaysam kimseyle paylaşmak istemem o anı,kendime saklar gizlice yazarım.En iyi düşünceler vapurda,otobüste ya da sahilde etrafı izlerken geliverir.
Yeşil yürüyüşlerin de yeri ayrıdır,çünkü orada tabiatın sesi iç sese karışır,tatlı tatlı usul usul karışır iç sesle sohbet eder gibi...Yeşili dinlerim çokça ben,bilgelikte üstüne yoktur herşeyi dönüştüren toprağın.Bazen yeni doğmuş bebeleri,bazen 40 yaşında olgunluk çağında anneleri,bazen delikanlılığını yaşamadan şehit düşen erleri bağrına alıp da hiçbirini bilmezmiş gibi yeşerip binbir renkte çiçekler açan o değil mi? Ona bu tutkunun sırrını sormak gerek,dinlemek gerek...Mutlaka ondan alınacak dersler vardır.
Ömer bey,her mevsim sokaklarda ayrı bir duygu var gerçekten.Bir yerde otururken kulak misafiri olunanlar,bir kuşu ya da kediyi izlerken insanın içinde kabaran neşe,bir manzaranın insanda yarattığı huzur duygusu,çok yaşlı birinin sokaktaki hayat mücadelesi ya da herhangi bir yaşam ayrıntısı o an zihnimizde bir hikaye yaratabiliyor.İç sesler ve dış sesler birleşince yazmayı özlüyor insan.Yukarıdaki yazınız da(diğer birçok yazınız gibi) yine yazmaya teşvik ediyor,kendi adıma teşekkür ederim.
Teşekkürler Güvez: hem yorumun için; hem de konuyu daha geniş bir çerçeveye taşıdığın için.
"... dinlemek gerek", "... bir yerde otururken kulak misafiri olunanlar..." demişsin.
bir alıntıyla karşılık vereyim:
"anlar ki, som bir seyahatnamede rastlaşılmıştır. birbirine çıkar sokaklar. aynı anda yanar sokak lambaları. üşüyen ötekine sokulur. kent kapanır, açılır. biri ötekinin uykusunu dinler."
-"praha", seferi divan, enis batur-
giderken;
yürürken;
düşünürken;
yaşarken;
ve ortada bir kadının çizgisi...kimdir, anlamadım aslında, çözemedim, belki çözülmek istemedi yazan...
farklı olmak; bütün bunların arasında bir yük, değil mi?
neden bütün diğerleri gibi sadece yürümeyiz, neden sadece yaşamayız,
ne ağır bür yük bu, bazan...
bazan de huzur...
Teşekkürler Ferkul.
"Giderken, yürürken, düşünürken, yaşarken," demişsiniz, "ağır bir yük değil midir farklı olmak?"
Bu ağır yükün, bazen "huzur" da verdiğini söylemişsiniz...
Sanıyorum o "gidişleri, yürüyüşleri, düşünüşleri ve yaşayışları" olduğu gibi alıp "yazı"nın ya da kalemin eline tutuşturduğumuzda başlıyor o "huzur". Böylece, o ağır yük hafifliyor... Olan bitenler karşısında "susmamak", onları "dillendirmek" gerekiyor. Dillendirmekse, en az ikinci birinin daha, yani "dinleyen"in de olmasını gerektiriyor. Oysa, "olanları yazmak" öyle değil. "Farklılığa yol açan" şey olan "yazmak", çoğu zaman "yalnızlar"ın işidir. Çünkü "yalnızlığın" bütün işi gücü, "yazdırmak"tır.
Yıllar önce okuduğum bir İsveçli şair (Kjell Espmark), "varsaydığı" okuruna seslenerek, şöyle diyordu bir dizesinde: "sen göndermiş olmalısın bana / üşümesin diye yalnız kalan düşüncelerim / bu 'palto' sözcüğünü... "
"Yalnızlık"ın içine gizlenivermişse "yazı"nın bütün harfleri: yok mudur bunda bir hikmet?
Yorum Gönder