Aşk Olsun! | "Aşk" ve Felsefe

açtık mıydı hele bir | son vitesi,
adedi devir... | motorun sesi...

uuuuuuuy! çocuklar kim bilir
ne harikuladedir | 160 kilometre giderken öpüşmesi...

[Nâzım Hikmet | "Nikbinlik" | 1930]

Anlam Adacıkları... Bundan önceki "Felsefe ve 'Aşk'" başlıklı yazımda, günü ve saati yaklaşan "Felsefe Akşamları İstanbul'da Bir Başkadır" adlı etkinlikten ve bu etkinliğin konuşmacısı Dr. Ufuk Yaltıraklı'dan söz etmiştim. O yazımla, bir bakıma bu etkinliğe "son çağrı" çizgisinde öznel bir katkı sağlamaya çalışmıştım.

Konuşmacı Yaltıraklı'nın yakın geçmişte, kendisiyle yapılan bir söyleşiye eriştim internet'te. "Önceki Yüzyıllarda Herkesin Hedefi Vardı. Bugün İnsanlarda Hedef Kalmadı" başlıklı bu söyleşide şöyle diyordu Yaltıraklı: "Felsefe yanıt vermez, soru sorar. Biz de öyle yapıyoruz."
Bu söyleşide kullandığı "anlam adacıkları" kavramı özellikle dikkatimi çekti benim.
"Az da olsa, mutlu olmaları için insanlar, o 'anlam adacıkları'nı yakalamaya çalışmalı. Öznel dünyalarını geliştirmek isteyenler çok okumalı, yazmalıdırlar. ... Düşünmek de lazım: kendimizi düşünmekle başlayabiliriz söz gelimi."

"Felsefe ve Aşk" | Konuşmacı: Dr. Ufuk Yaltıraklı | 14 Temmuz 2012 | Dragos Sahil Sitesi - Havuzbaşı

Logİstanbul okurları iyi bilirler: Bu blogun amacı, "İstanbullu olma sorumluluğu"nun yerine getirilip, İstanbul'da yaşarken edinilen her tür kazancın "yazı yoluyla geridönüşümü"nün gerçekleştirilmesi. Yaltıraklı'nın yukarıdaki sözüne kulak verirsek, bu da bir tür "anlam adacığı" sayılabilir. Yarım yüzyıllık bir İstanbullu olarak, nerdeyse her şeyimi burada kazandım; yine nerdeyse yalnızca kazancımın çoğunu değil, çoğu sevdiğimi de bu kentte yitirdim. Sevdim, sevildim; terk ettim, terk edildim...



Sevmenin yanı sıra "âşık" da olabildim mi; olduysam, "iyi bir âşık"olabildim mi, bundan emin değilim. Şair Nazım Hikmet'in aşk yolculuklarını "izlek" edinerek ya da "eksen" alarak, kendi "âşıklığım"ı ya da "aşk davranışım"ı kurcalayıp irdelemek istemişimdir hep. Bugün bunu deneyeceğim...
İsterseniz sizler de, bu eksende, kendi "aşk davranışlarınız"ı irdeleyip kurcalayabilirsiniz.
Bu kurcalama sırasında, elbette sağlıklı bir "anlam çerçevemiz" olması gerekiyor. Bu çerçeveyi gelin, "Felsefe ve Aşk" konulu konuşmasını dinlediğimiz Dr. Yaltıraklı'dan alalım:
- "Aşkın istediklerini sevgi, sevginin istediklerini aşk istemez..."
- "Aşk risk ister, sevgi risk istemez..."
- "Aşk bağlılık istemez, sevgi bağlılık ister..."
- "Aşk tehlike ister, sevgi tehlike istemez..."
- "Aşk için zaman yoktur; sevgi için zaman çoktur...
- "Nerdeyse aşkın hiç istemediklerini, sevgi fazlasıyla ister... "

Bu arada, daha önce Logistanbul'da "Aşk Ne Rentir, Nasıl Kokar?" başlıklı, "Güvez" imzasıyla yayımlanan yazıyı okumanızda da yarar var. Yazar Güvez'in aşk üzerine değerlendirmelerinin Dr. Yaltıraklı'nın tanımlamalarıyla ne kadar "benzeştiğini" görecek ve belki de çok şaşıracaksınız. Sözünü ettiğim yazıya Güvez'in eklediği "Ayrılıklar Sevdaya Dahil" adlı Attilâ İlhan şiirini de, bence birkaç kez okuyun. O şiirdeki aşka ve âşıklara ilişkin saptamaları da okuduğunuzda, gerçekten şaşıracaksınız.
"Bir daha mı asla!" deyip, yüz kez yüz çevirdiğiniz aşka, yeniden göz kırpacaksınız belki.
Belki de hemen, yine "Bir daha mı asla!" diyeceksiniz ve bunu der demez, omzunuzda "yepyeni, bamb/aşka bir aşk eli"nin dokunuşunu ya da sıcaklığını duyumsayacaksınız...

Şölen'deki Şölen... Bu arada, Azra Erhat'la, çok sevdiği dostu, arkadaşı Sabahattin Eyuboğlu'nun birlikte çevirdikleri Şölen adlı kitaptan alıntılar yapan Yaltıraklı, eski Yunan'da Sokrates, Platon vb düşünürlerin yaşadığı dönemde erkekler arası aşkın çok yaygın olduğunu ve o dönemde ne zaman ve nerede "aşk"tan söz edilse, bundan bu tür "aşk"ın anlaşılması gerektiğini vurguladığını hiç unutmayalım.
Şu da, bu vurgunun vurgusu sayılsa gerektir: Yıllar önce, bir kitabın dipnotunda okumuştum. Diyordu ki bir Yunan düşünür ya da bilge: "Onlar (kadınlar), biliyorlar mı acaba, güzellik ve aşk merdivenindeki yerlerini? Yalnızca onlar mı, bazı erkekler de bilmiyorlar o merdivende kendi yerlerini..." Böyle söylüyordu bu düşünür ve aşkın haz merdiveninin son (en üst) basamağında, erkekler arası aşkın yer aldığını belirtiyordu. Yeter mi bu vurgu? Yetmez diyenler için şunu da söylemeli: Avrupalı bir ruhbilimci, bir tür insan öldürme sanatı olan "savaş"ı, "erkekler arası aşk" olarak tanımlamıştı. N'oldu sonra? Bu ruhbilimcinin düşüncelerini "zararlı" bulan dünya sistemi, onun tüm yazılarını, kitaplarını "hasıraltı" etti.
Yeniden sözünü ettiğimiz konuşmaya döneyim. İlginçtir: Yaltıraklı'nın konuşması bitip, konukların sorularına sıra geldiğinde, konuklardan biri "erkekler arası" ya da "eşcinsel" aşkın "ahlaka mugayir/aykırı" olduğuna, en azından günümüzde böyle görüldüğüne ilişkin bir saptama yapıp, çok önemli bir soru yöneltti: "O dönemde ve sonraki dönemlerdeki birçok dâhinin eşcinsel aşklar yaşamış olmaları şaşırtıyor beni. Şart mıdır, bir dâhi için eşcinsel aşk yaşamak?"

Dr. Yaltıraklı sorulan soruyu, soranın bakış açısıyla da özdeşleştirerek şöyle dedi: "O döneme, bugünün ya da bu dönemin yargılarıyla ya da anlayışlarıyla yaklaşmayınız. Öyle yaparsanız, bu davranışınız, bugünü bile anlayamadığınızı yansıtır ki, bu aynı zamanda ilerde bugünkü aşkların nasıl değerlendirileceğini bugünden bildiğiniz anlamına gelir: bu da, dönemler, koşullar, anlayışlar ne olursa olsun, sizin kendinizi "tek" bir anlayışa mahkûm etmiş olduğunuzu gösterir."

Soru yönelten konuk Türkçe konuşuyordu. Bu, askerliğini yapmamış bir gence "kız"ların verilmediği bir ülkede yaşamak anlamına geliyordu. Buradaysa aşk değirmeni, "At, avrat, silah!" atasözü ya da öz sözüyle dönüyordu. "Eş" anlamı taşıyan "avrat" sözcüğü, biri "at" öbürü silah" olmak üzere iki kavga/savaş aracı arasına "hapsedilmişti". Sonra, "gelenekler, görenekler" vardı. Öyle ya, bunlar bir çırpıda nasıl yok sayılırdı? Ayrıca, bunlar yok sayılırsa, "kıyamet alameti" sayılmaz mıydı bu tür yok sayışlar?
Hem yeni kuşaklar "bilinçlendirilmiyor" muydu?. "Ağacı sev, yeşili koru," parolasıyla yalnızca "orman" mı kurtarılmış oluyordu; bu arada "baltalar" da lanetlenmiş olmuyor muydu?
Geleceğin büyükleri olan küçüklerimiz, artık eskisi gibi yalnızca "yakartop", "istop" oynamıyor; "laptop" da oynuyordu: pardon, en ileri araçlarla "eğitim öğretim" görüyordu.
"Yeşilde geç! Kırmızıda dur!"ları, "Sarıda in, muhtıra!"ları ezberlemeyen biri var mıydı içlerinde, yoktu. Burası Ortadoğu'ydu: göbeğiydi dünyanın. Burası en cici bebeğiydi özgür dünyanın.
Ekonomimiz "tıkırındalık"tan gökyüzüne fırlamış, tavan yapmamış mıydı? Refah birikiminin bütün tabana yayılmasına şunun şurasında "bit" kadar bir zaman kalmamış mıydı?
Hem zaten iş çokluğundan, aş bolluğundan, "aşk meşk"e zaman mı kalıyordu ki, şimdi tutup bir de "aşkın felsefesi"ni yapalım? Değil mi ama???

Bu noktada benim dikkatimi çeken şu olmuştu: nicedir İstanbul'da ulu orta bazı kadınlar öldürülüyordu öz kocaları tarafından. "Acaba," diye düşündüm, "biraz önce sözünü ettiğim ruhbilimcinin sözünü ettiği 'savaş ya da insanı öldürme, erkekler arası aşktır' tanımı, kimsecikler duymadan bizim toplumumuzda 'savaş ya da insanı yok etme, karı koca ya da eşler arası aşk'a mı evrilmişti?"
Yasaların susturamadığı "Aman da gelenek, canım da görenek..." şarkılarına mı evrilmişti acaba, çocukluğumuzun "Lay lay lom"lu, "Her şeyi, insanları, dünyayı sev"li şarkıları?

Ancak, ister eski dönemlerde, ister yeni dönemde olsun, "savaş ve aşk" ya da"aşk ve ölüm" bu dünyada kol kola geziyordu: bu kesindi. Yoksa, bizim gençlik dönemimizin o yüce -yaratıcı- sloganı "Savaşma, seviş!" parolası da mı benzer yanılsamaların ürünüydü?
Çünkü önce "Hadi sevişip durma, savaş!" deniyor, savaşılıyor; sonra da "Hadi savaşıp durma, seviş!" deniyordu. Yorgun savaşçılar, dinlence yerlerine mi dağıtılıyordu. Olguların zamanı iyice gerildiğinde, nedenlerle sonuçlar birbirine karışıyor, kimin kimden yana, kimin kime karşı olduğu belirsizleş(tiril)iyordu.

O halde ya biz aşkı bilmiyorduk, tanımıyorduk ya da "aşk" bizim evin önünden hiç mi hiç geçmiyor, geçmek istemiyordu. Bunca karmaşa içinden, aşkı nasıl çekip alabilirdik: onun dili, onun düşü düşünüşü, onun felsefesiyle. Deneyelim, aşk denilen şey nasıl bir şeymiş görelim o zaman...

Philosophia/Felsefe: Felsefe üzerine şimdiye dek edindiğimiz ve şu an aklımızdan geçen ön bilgilerimizle WikiPedia'dan edineceklerimizi birleştirelim. Görelim bakalım ne çıkıyor ortaya.
Yunancada "seviyorum, peşinden koşuyorum, arıyorum" gibi anlamlara gelen phileo ve "bilgi, bilgelik" anlamlarına gelen sophia sözcüklerinden türetilmiş olan felsefe sözcüğü, düşünsel (entelektüel) bağlamda hem bir etkinlik, hem de bir disiplindir.
Temelinde "bilme sevgisi" olan, düşünsel, disiplinli bir etkinliğin, "aşk"a yaklaşımı acaba nasıl olur? Aşka yaklaşım söz konusu olduğunda, felsefe bu temelinden dolayı, bir bakıma kendisini anlatıyor da olacaktır. Aşkı, genellikle "sevgi" kavramı içinde almaya alışkındır çoğumuz. "Sevelim, sevilelim; bu dünya kimseye kalmaz," diyen Yunus Emre'yi anımsayalım. Onun döneminde, bütün insani kavramlar altüst durumdaydı; hiç kimse birbirini dinlemez olmuştu; insanlar üzerinde "kin, nefret" fırtınaları egemendi. Emre, "sevgi"yi ve "sevginin kapsamı"nı yeniden tanımladı. Bir bakıma "yeryüzü"nde tutunamayan "sevgi"yi, engin ve derin sözler ederek "gökyüzüne" -belki de sonsuzluğa- ışınladı. Bedensel sevgi, zihinsel/ruhsal sevgiye dönüştürüldü. Elle tutulan somut sevgi, zihne saklanan soyut/gizemli sevgi oluverdi çıktı.
Bazen "iman" gücüyle, bazen de bu zihinsel dönüşümü "tersinden okumalar"la, sevginin yolculuğu, yeryüzünden gökyüzüne yöneldi... Öyle ya, O'ndan gelen her şey O'na giderdi ve gitmeliydi.
Bunca sayısız nesneyi ve canlı varlığı üzerinde ve içinde barındıran yeryüzüne -bu dünyaya- niçin sığdırılamıyordu sevgi? Yoksa, insan aklı ya da insan zihni, kendi kazdığı kuyuya mı düşmüştü? Öyleydi, evet. Yeryüzündeki her şeyi "sevgiye boğan", aslında "sevgiyle boyayan" insan gerçek "aşk"ın varlığını -onun "kan rengini"- unutmuştu... "Öteki"nden gelenin, mutlaka yine "öteki"ne gitmediği gerçeğini yaşadıkça, belki bir anlamda "kudurmuştu".
"Sev seni seveni, 'hâk ile yeksan' (yer ile bir, yıkılmış) olsa; sevme seni sevmeyeni Mısır'a sultan olsa," biçimindeki atasal özsöz, "torunsallaşıp" çoğumuzun günlük yaşam biçimine dönüştü. İnsan aklı, daha etkin bir "bireysel"liğe doğru mu evriliyordu yoksa, bazılarımız duymadan?

İyilikte ve Kötülükte Eşitlik... Bu durumda modern akıl ya da zihin, görünmez silgisini eline alıp, şıp diye siliverdi "sevgi" kavramının "aşk"tan yana içeriğini ve iki ölçü tutturuverdi insanın eline: biri "karşılıklılık", öbürü "eşitlik". Öyle bir "yasa"ydı ki ortaya koyduğu, Musa'nın "asa"sı ne oranda etkinse, o da o oranda etkindi. Nuh'un "gemi"si, ne oranda kurtarıcıysa, o da o oranda kurtarıcıydı. Ne bu yeryüzü çölünde yitip gitmek vardı artık, ne de su yüzünde bir başına boğulmak.
İyilikler de, kötülükler de "karşılıklı" olacaktı artık. Yoksa, uluslar/akıllar birleşir ve "uluslarüstü/akıllarüstü akıl" gelir, "eşitlerdi" her şeyi. Öyle olsun, varsın eşitlesindi!
Hepimiz, hep bir ağızdan böyle deyip duruyorduk ki, ansızın bir felsefeci-terapist çıkageldi Berlin'den İstanbul'a: ezberlerimizin tümü bozuldu...

Bir Anlam Adacığı... 1946'lardı. Afla dışarı çıkacağı söylenen Şair Nâzım'a gelen bir armağan bohçasının içinden bir mektup çıktı. Mektup, gençlik arkadaşı Vâ-Nû'dan'dı: "Münevver harikulade bir hanım. Nasıl temiz, nasıl evcimen, nasıl da güzel... Öylesine sana bağlı, senin kavganın idrakinde. Adını anarken ağzından bir çifte Nâzım çıkıyor ki sorma... Sen de kıymetini takdir etmişsindir Münevver'in. Etmedinse et, e mi?"

1948'in Ekim aylarıydı... Şair Nâzım, yakın dostu Rasih Güran'ı Bursa'ya çağırarak ona Piraye'den ayrılmak istediğini bildirdi. Durumu açıklayan bir mektup yazarak Piraye'ye vermesini istedi. Piraye'yi çok seven Güran, Şair Nâzım'ın "çıldırmış" olabileceğini düşündü. Hiç beklemediği bu mektup karşısında Piraye çok şaşırdı. Kimseyle konuşmayarak odasına çekilip günlerce yattı. Kalktığında Şair Nâzım'a bir mektup yazdı.
Şair Nâzım'a ilişkin af söylentileri sona erince, "Harikulade Münevver" Hanım hapishane ziyaretlerini kesip, yeniden eşine dönüverdi. Bu kez Şair Nâzım yeniden Piraye ile barışmanın yollarını aradı.

"İki vakıa (olay)," var diyordu Şair Nâzım yazdığı mektupta, ilkini şöyle tanımlıyordu: "Sana ve biraz da kendime yaptığım kötülük". Senin bana dehşetli kırgın oluşun, bu yüzden de belki de, evet belki de insanlara ve dünyaya güveninin kalmayışı. Kendi kabuğuna çekilişin."
Vakıaların ikincisiniyse şöyle tanımlıyordu: "İlk vakıaya rağmen, sen de ben de yaşıyoruz. İkimiz de varız. Ben belki bir iki seneye kadar, hatta belki bu sene yokum. ... Yakında, belki bir sene, belki bir buçuk sene sonra ben kulunuz ölmüş bulunacağım."
Bu "iki vakıa" yetmemiş olacak ki, Şair Nâzım bu "tespit"lerinin (saptama) ardından üçüncü bir "vakıa"yı daha sergiliyor: "Her şeye rağmen ve her zaman, bundan on sene, on beş sene önce de, bundan üç ay, dört ay önce de, bir daha tekrar edeyim, her şeye rağmen ve bütün zaman ve mekânlarda, hiçbir insan bana senden daha yakın olmadı ve yine hiçbir insan sana benden yakın değildi."
"İki vakıa"yı üçe çıkarmakla da yetinmiyor, dördüncü bir "vakıa"yı sergiliyordu şimdi Şair Nâzım: "Olan oldu ve geçti. ... Değer mi? Vallahi değmez. ... Yavrum, kızım, karım, sevgilim, annem, her şeyim. Silkin, gözlerini koca koca aç, sana uzattığım -günahkâr- eli gülerek tut ve geri kalan bir iki senelik ömrümü elim elinde olarak geçireyim. Piraye'm, kızıl saçlı bacım benim!"Vakıalar tespitleri, tespitler vakıaları kovalar olmuştu mektupta: "Şimdi bir kere daha, belki de son defa, tekrar edeyim, seni tanıdıktan sonra yalnız sana âşık oldum. Seni boşamaya kalktığım zaman dahi sana âşıktım. Hâlâ da âşığım ve âşık olarak gebereceğim. İster inan, ister yalan söylüyor de. İster, bu mesele umrunda olmasın. ... Senin için bir ölüyüm, biliyorum. Senin için bir ölü olduktan sonra da, insanlık için değil elbette, fakat başka fertler için diri olmak da benim umurumda değil."

Derken 1949 Mart'ı yaklaştı... Şair Nâzım'ın gözüne, ne yaparsa yapsın "uyku" girmez olmuştu. Annesi Celile Hanım kendisi de hastayken, Bursa'da bir ev tutup ona daha yakın olmak istedi. Görme yeteneğini yitirmeye başlamış olan Celile anne böylece oğlunu her gün görebilecekti.

İşte tam o günlerdi...
Şair Nâzım yatmakta olduğu hapishane revirinde, iki tüp dolusu "uyku" hapı yutarak kendini öldürmeye kalkıştı. Not bırakacaktı. Kâğıt kalem arıyordu: ansızın büyük bir gürültüyle yere yuvarlandı... (Bundan sonrasını, bu yazımın sonunda anlatayım isterseniz.)
...
Evet. Gelelim sözünü ettiğimiz konuşmaya... Dr. Yaltıraklı'nın "aşkın felsefesi" de diyeceğimiz konuşması, katılan her konuğu etkilemişti. Yaşamımızın can damarı "aşk" üzerine bir konuşmanın, hepimizi aynı oranda etkilemiş olacağını söylemek, her insanın kendine özgülüğünü yok saymak olur. O yüzden hepimiz o konuşmadan payımıza düşeni alırken, bir yandan da kendi "aşk ve âşık çap(lar)ımız"a göre, yaşadığımız aşklara "değerler" biçtik...

Konuşma sonrası, ertesi gün bu konuşmayla ilgili olarak, özü teşekkür niteliğinde aşağıdaki "Aşk Olsun!" başlıklı yazıyı kaleme alıp Facebook'ta yayımladım. Logİstanbul okurlarıyla da paylaşayım diye, onu da bu yazıya ekledim...

Aşk Olsun! 14 06 2012 Cumartesi günü, güzel bir İstanbul akşamı, serin bir Havuzbaşı yöresinde, "aşkın felsefesi"ni dinledik Sayın Dr. Ufuk Yaltıraklı'dan.

Dr. Ufuk Yaltıraklı | 14 Temmuz 2012

"Karşılıklı sevgi"yle "karşılıksız aşk"ı birbirinden ayırmayı öğrendik. Meğer, ben hiç "sevmemişim" ya da hiç "aşk yaşamamışım" diye mırıldananlar oldu aramızda...
Kendi payıma, 60'ında biri olarak, hep, "güvenli sevgi"yle "güvensiz aşk" arasında nice kez "bocalamış" olduğumu, giderek Eros'un kaçış "bohçası"nın (bavul da denebilir) değişmeyen demirbaşı (eşyası da denebilir) oluverdiğimi daha yeni fark ettim...

"Felsefe ve Aşk" Konukları ve Dr. Ufuk Yaltıraklı | 14 Temmuz 2012

Sayın Yaltıraklı, konuşması sırasında, bizler için çok önemli bir konuda daha "vurgu" yaptı: karşılaştırmalarımız ya da yargılamalarımız sırasında, bugünü düne ya da dünü bugüne "kaydırmadan", başka deyişle "anakronizm"e düşmeden akıl yürütmemiz gerektiğini belirtti...

Dr. Ufuk Yaltıraklı | 14 Temmuz 2012

Sayın Yaltıraklı'ınn konusuna vakıflığını, anlatım dilini, terminolojisini, başvurduğu kaynak kişi-yer-dönemleri, seçip sunduğu örnekleri "mükemmel" buldum. Bu yalnızca benim görüşüm değildir; konuklar arasında yer alan Filiz ve Gökhan arkadaşlar da aynı görüşte olduklarını belirttiler...

Dr. Ufuk Yaltıraklı ve "Felsefe ve Aşk"ın Konukları | 14 Temmuz 2012

Havuzbaşı'nda keman ve gitar dinletisi başlamak üzere...Ufuk Yaltıraklı, Coşkun Baş, Filiz Hanım ve Gökhan Yelman

Orpheus'un Kız Torunu Kemanıyla Büyülü Ezgilerini Çalıyor

Konuşmanın bitiminde, havuz başına geçmemiz istendi; burada, Orpheus'un iki torunu diyebileceğim, biri kız biri erkek; biri kemanı, biri de gitarıyla bize büyülü ezgiler dinlettiler. Bir ara, havuzun yüzeyine ip ip düşen gümüş ay ışığı arasında Orpheus'un eşi Eurydike'nin ruhunu görür gibi oldum. O eski Trakya ya da İstanbul'un öte yaka mitinin, bu akşam, bu kez İstanbul'un bu yakasında yer alan DragosTepesi'ndeki bir taşa yeniden kazınmakta olduğu izlenimine kapıldım.


Yaltıraklı, konuşma bitiminde bir konuğuyla selamlaşıyor...

Orpheus'un trajedisini ben de yaşamayayım diye, eve "dönüş" sırasında, hiç "ardıma bakmadım".


Gerçekten, Felsefe Akşamlarının İstanbul'da "bir b/aşka" olduğu Havuzbaşı yöresinde yaşadığımız güzelliklerle doğrulandığı gibi, bu arada, eski dostluklar da yenilendi; yeni dostluklara da yelken açıldı.

Ömer Çendeoğlu (ben), Ufuk Yaltıraklı ve Coşkun Baş (yıllar öncesinden ortak dostumuz)

Filiz Hanım, Gökhan Yelman, Coşkun Baş ve Ufuk Yaltıraklı

Ömer Çendeoğlu (ben), Ufuk Yaltıraklı ve Coşkun Baş

Teşekkür:
"Felsefe ve Aşk" konulu konuşmasıyla, kendi felsefi ve psikososyal bakış açılarını zihin açıcı örneklemelerle bize sunarak, bizleri "iyi yaşam"a yönlendiren Sayın Dr. Ufuk Yaltıraklı'ya; bu etkinliği en güzel biçimde yürüten ve yöneten Sayın M. Yalçın Genç'e; çevre düzenine güler yüzlü ilgisi nedeniyle de, Havuzbaşı yöresindeki işletmenin sorumlusu o kibar hanıma çok teşekkür ediyorum.


Ömer Çendeoğlu | Pazar, 14 06 2012 | 20:35
...
Şair Nâzım'ın aşkı ekseninde öyküleyip örmeye çalıştığım, kendime ilişkin aşk sorgusunun sonunu merak edenler için düşeceğim notu unutur muyum hiç. Unutmadım, hayır:

Hayır, kendini öldürmek istedi ama öldüremedi Şair Nâzım Hikmet. Revirde düşerken çıkardığı gürültüyü duyan görevliler gelip onu oradan aldılar, midesini yıkayıp kendisini kurtardılar.
Ertesi sabah kendine geldiğinde görevlilere şöyle söyledi Şair Nâzım Hikmet: "Ne olur, bu çocukluğumu kimseye söylemeyin!"
"Peki," diyeceksiniz şimdi "ya Piraye ne yaptı?"
Nâzım, kendisini görmeye gelen dostlarına yine intihar edeceğini söylemeye başlamıştı. Nâzım'ın dostlarının baskısıyla Piraye, çocuklarını da alıp Bursa'ya onu görmeye gitti: görüştüler.
Hapishane çıkışında Piraye, yanındakilere "Artık Nâzım'ı sevmiyorum," dedi. Nâzım'ın ayrılmayı istediği mektubunda yazdığı gibi iki yakın dost olarak kalacaklardı. Nâzım'a mektup yazacak, dostluk gösterecek ama artık onun "eş"i olmayacaktı.

[Şair Nâzım Hikmet'in aşk yolculuğunu derlerken Turgay Fişekçi'nin Dünya Kitapları - Yaşamöyküsü Dizisi arasında çıkan Sevdalara Doyulamadı (Eylül 2004) adlı kitabından yararlandım. Sayın Fişekçi'ye kendim, bütün aşklarım ve aşklar adına teşekkür ediyorum.]

Ekleyeyim ki, hepimizin bildiği gibi Şair Nâzım Hikmet'in "aşk yolculuğu" burada bitmez. Ayrıca o da gerçek bir İstanbul âşığıydı. Moda yöresinde, daha gençken ay ışığı altında yeşil çimenlere uzanarak başlayan bu aşk yolculuğuna, Münevver ve Piraye hanımların ardından 1955'te tanıştığı, "Saçları saman sarısı, kirpikleri mavi" dediği 1932 doğumlu Vera Tulyakova da katıldı: o tarihte N
âzım 53'ünde, Vera'ysa 23'ündeydi.

Biliyorum, "Ya Piraye?" diyeceksiniz şimdi. N
âzım'ın ailesinin komşusu ve kız kardeşinin arkadaşıydı Piraye. Kadıköyde oturduğu baba evine gidip gelirdi: 24'ünde, iki çocukluyken serüven düşkünü kocası tarafından terk edilmiş, son derece olgun kişilikli bir kadındı. Hayır, yalnızca bu değildi Piraye: Şair Nâzım'ın "Saat 21-22 Şiirleri"ydi bir de.

Dr. Ufuk Yaltıraklı'nın
Felsefe Akşamları İstanbul'da Bir Başkadır - "Felsefe ve Aşk"
Konulu Konuşması'ndan Canlı, Kısa Üç Kesit:


Sokrates devamla... | "Felsefe ve Aşk"


Osmanlının aşkları... | "Felsefe ve Aşk"

Bakın burası çok önemli: sevgi mezara kadar, ya aşk? | "Felsefe ve Aşk"
İlgili Yazılar:

Share this post Paylaşın!

Bookmark and Share

0 Yorum:

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...
 

Labels | Etiketler

08 Mart 2014 10 05 2015 Anneler Günü 101 Dize 11 Mayıs 2014 12 Mayıs 2013 Anneler Günü 13 Mayıs 2012 14 Şubat 18 Ağustos 18 Ağustos 2010 Doğumgünüm 18 Ağustos 2011 Doğumgünüm 18 Ağustos 2012 18 Ağustos 2013 18 Ağustos 2014 18 Ağustos 2015 Doğumgünüm 2011 2014 Falım 2015 60+1 8 March 8 Mart 8 Mart 2013 Adalar Adalet Ağaoğlu Âh Mine'l-Aşk Ahmet Hamdi Tanpınar Ahmet Haşim Ahmet Ümit Akşamüstleri All The Flowers Gone Altmışa Merdiven Anadolu Büyüsü Anadolu Çalgılarıyla Rahatlama Müziği Anayurt Özlemi Anneler Anneler Günü Âşık Sana Bir Sözüm Var Aşk Aşk Çocukları Aşk İki Nokta Üst Üste Aşk Mektupları Aşk Sürgünü Aşk Şiirleri Aşk Üçgeni Aşk ve Felsefe Aşkın Kokusu Aşkın Renkleri Aşklar Attilâ İlhan Ayın Nadir Aykırı Metinler Aykırı Sesler B. B. King Baba Babalar Günü Bahar Bahr-ı Tahvîl Bahrı Tahvil Behçet Necatigil Ben Birimdeyim O Altmışında Bilmem Şu Feleğin Bir Aşk Öyküsü Bir Bahar Akşamı Bir Yılbaşını Anlamak Blues Boşuna Bekliyorsun Bu Dünyada Olan Bitenler Buket Uzuner Buluşmak Üzere Can Yücel Caz Cemal Süreya Cemre Cep Telefonu Cogito Come Out Whatever You Are Cümleler Çamlıca Çıplak Ayaklıydı Gece Çiçekler Çivitmavisi Çoğulcu Bir Aşk Belgesi De ki Dedicated to Van Gogh Deniz Depremler Der ki Nar DerKenar Devrim Diller ve Nesneler Dilsiz Aşk Divan Şiiri Doğum Gelenekleri Doğum Günüm Doğum Törenleri Doğumgünleri Dost Dostların Anısına Dostluk Dört Mevsim Dr Ufuk Yaltıraklı Duvar Yazıları Dünya Anneler Günü Dünya Annneler Günü 2010 Dünya Annneler Günü 2012 Dünya Kadınlar Günü Editorbey En İyi Dost Erciş Erkeklerimiz eS Eysan Facebook Fal Felsefe Felsefe Akşamları Felsefe ve Aşk Felsefe ve Yaşam Felsefenin Aşkı Felsefenin Tadı Fotoğrafçı Friendship Geldi Kafiye Gitti Safiye Gemiler Giderim Van'a Doğru Göç Gökkuşağı Gökyüzü Gülen Yüzler Ülkesi Güller Gülten Akın Güven Turan Güvercin Ayrılıklar Güvercinler Güvez Güvez Diliyle Güvez Fotoğrafları Güvez Gözüyle Güvez Şiirleri Güzelleme Happy Birthday To Us Hasat Mevsimi Haydar Ergülen Hepi Börtdey Tu As Hepi Börtdey Tuuu Miii Hercai Hide and Seek İblisler Azizler Kadınlar İdiller Gazeli İki Kıta İki Âşık İkimizin Doğum Günü İlhan Berk İlk Akşam İlk Gün İlkbahar İlkyaz İnferno İskender Pala İstanbul İstanbul Baharları İstanbul Etkinlikleri İstanbul Fotoğrafları İstanbul Mevsimleri İstanbul Şiirleri İstanbul ve Aşk İstanbul'da Aşk İstanbul'da Felsefe İstanbullu Şiirler İyi ki Doğdum Joan Baez Kadıköy Kadıköy'de Söyleşi Kadınlar Kadınlar ve Erkekler Kahvaltı Kandil Işıkları Kapı Kara Kuşlar Karakışlar Kargalar Karşılaşmalar Kavuşma Kayahan Özgül Kediler Kedilerin Aşkı KendimLe Kıyılar Klip Kuşlar Kutlama Kutsal Aşklar Kuyudaki Adam Logos Louise Glück Martı Martılarındır İstanbul Mektuplar Moda Mother's Day 2013 Murathan Mungan Mutluluk Müzik Nar Nâzım Hikmet ve Aşkları Nehir Dizeler Netlog Nirvana nirvAnne Omlet Özdemir Asaf Özlem Panorama Papatyalar Parıltı PusulaŞiir Refik Erduran Relaxation Music with Turkish Instrument Renkli Taşlar Resmin Gölgesi Şiire Düştü Ruhi Su Sabah Saint Valantine Day Saklambaç Seçiminiz Hangisi? SekizinciRengim Seni Düşündüm Servet-i Fünun Sevda Sevgi Sevgi Soysal Sevgili Sevgili Sözleri Sevgililer Sevgililer Günü Sevgililer Günü 2015 Sobe Sokaklar Söylenmezi Bulmak SuSu Şeker Bayramı Şeyh Galib Şiir Şiir Şey Şiir Şeyler Şiirler ŞiirŞey ŞiirŞeyler Şubat Taşlamalar Tevfik Fikret Tuttum Birini Sevdim Ufuk Yaltıraklı Üsküdar Üzgün Kediler Gazeli Van Erciş Depremi Van Gogh'a Adanmıştır Vapur Vapurlar Video Videolar World Mothers Day World Women Day Yakalar Yalnızlıklar Yâren Yâren Evi Yârenlere Ağıt Yaş Yaşam Yaz Yaz Issız Yazısız Yeni Yıl Yeni Yıl Kutlaması Yılbaşı Yolllar Yunus Emre Yurdumsun Ey Uçurum Yürümek