Dün gece: sessizdim.
Seni düşündüm durdum.
Kuyudaki Adam'ı okuyordum...
'Yine mi,' diyeceksin, 'bu kaçıncı okuma?'
Evet, yine: ve bilmiyorum kaçıncı...
"
Peki Lale, ayrılalım şu halde... bak benim sana bir teklifim var. Param da yok diyorsun. Biliyorsun, benim de yok. Hem de hiç yok şu ara. Fakat bulup buluştururum. Vazgeç Erdek'teki davadan. Burada iyi bir avukat var, tanıdığım. Dost. Harika hanım buldu, onun tanıdığı. O senin avukatın olsun istersen... Bir de bana buluruz. Nafaka için de anlaşırız. Dostça burada ayrılalım çabucak. Sen bir kuruş masraf etme. Senin istediğin ayrılmak değil mi?- Ee... evet.- Tamam. Ayrılalım. Fakat kimseye belli etmeyelim. Dava yürüsün burada. Biz dönelim gene Erdek'e. Hiç bir şey olmamış gibi. Son bir denemeye gireriz. Üç ay, beş ay. Oldu oldu... Olmadı. Zaten ayrılmış olacağız. Bu süre sonunda, ya yeniden evleniriz. Ya da temelli ayrılırız. Ama her şey dostça olur. Ve içimizde bir ukte kalmaz, son bir tecrübe daha yapmadık diye... Ne kendimize, ne de çocuklarımıza karşı. Her şeyi unutmaya hazırım ben. Söz veriyorum: şu üç beş ay için, eskiden olanlardan hiç söz açmayız. Gayret ederiz, son bir gayret birbirimizi yeniden sevmeye... Ben seni ne kadar sevdiğimi sen gidince anladım. Hiç bir his yok mu sende? Bak, yazım da yarım kaldı. Sen ve çocuklarım olmadan devam etmeme imkân yok. Yoksa başka bir adam mı var hayatında? Başka birini mi seviyorsun?Çatkın, dinliyordu Lale:- Yok. Fakat olmuş olmamış, seni ne alakadar eder artık...Yutkundum.-İyi, etmez. Sen benim dediğimi düşün. Kırk yılda bir, akıllıca davranayım. Yarın gidelim, konuşalım avukatlarla... Sen de duy kendi kulağınla. Dostça, efendice... dava yürüsün burada. Zaten öyle olursa, bir ayda sonuçlanır diyor Önder bey. Tabii, ayrılmak istiyorsan."
İlk günümüzü düşündüm.
Daha doğrusu, ilk akşamımızı.
Kırk dereceydi hava.
İlk gelişimdi senin, 'gülümseyen yüzler'le dolu ülkene...
Çok kalabalıktı o akşam, ortasındaki tezgâhta çalıştığın o yuvarlak biçimli bar. Ben Jack Daniels içiyordum... Çoğu kez, gelip sen alıyordun kadehimi masamdan, yeniden doldurmak için. Oysa, benle ilk görüşen ve siparişimi alan başka bir bayandı. Birkaç kez bakışıp, göz göze gelmiştik seninle, içkimi bir başıma yudumlarken. Ben, barın sahibi olan hanımla konuşurken de bakışıyorduk arada bir. Fark etmişti bunu barın sahibi. Demişti ki bana: 'Bu gibi ortamlarda, arkadaşlık edeceğin biri, paradan puldan söz ederse, uzak dur ondan. Aman ha!'
Seni sormuştum ona: burada işe yeni başlamışsın. Sertmişsin. Ama, insan sarrafıymışsın. Senle ilgli bu bilgileri alınca, tanışmamın sakıncası var mı, diye sormuştum. Kahkahayla karşılamıştı barın sahibi hanım, bu sorumu.
Henüz bir arkadaşın yokmuş, öyle söylemişti. Seçimin buysa, buldun belanı der gibiydi...
Onunla konuşmamı bitirip, yanımdaki Alman konuklarla söyleşiye daldığım bir ara, seni yanı başımda bulmuştum. Elinde iki kadeh içki vardı. Biri Jack Daniels’tı, öbürü... Evet, ya öbürü?
Sormuştum sana, ‘Bu ne?’ diye. Sağ elinin işaret parmağını, kadehin içine daldırır gibi yapıp, ardından dudaklarının üzerine dikine yerleştirdikten sonra, demiştin ki gözlerimin içine baka baka: 'Bunun adı, Lady Drink...'
Sonra da, 'Söyleşini bitir, hemen geliyorum,' demiştin.
Uzun uzun söyleşmiştik. Mutlu görünüyordun. Yapay beyaz yüzünde, yalnızca iki gözün görünüyordu. Makyajlıydılar; ama, gülümsüyorlardı derin derin. Arada bir de, rüzgâra kapılmış gece feneri gibi sönüyor ve yitip gidiyorlardı. Beyaz yüzünün üzerindeki her şey boşalıyordu sanki o anda. Anlamsız bir beyazlık kalıveriyordu yüzünde, o gülümseyen gözlerin gidince...
...
Kaldığım yere, gelip gelemeyeceğini sormuştun: susmuştum.
Bir kez daha sormuştun: yine susmuştum.
Üçüncü sorundan önce, yanımızdan geçen çiçekçiden, uzun saplı bir gül satın almıştım. Sonra, boş bir şişeye su koyup, masamıza getirmeni istemiştim senden.
Güzel bir Çin vazosu getirmiştin şişe yerine: geniş ama basık biçimli, içi suyla yarı dolu.
Koymuştun uzun saplı gülü vazoya. Gül iyice dışarıda kalmıştı. Sapı da öyle... Gülüşmüştük. Çok gülüşmüştük. Sesimiz yayılınca çevreye, bizi görenler bizden daha çok gülüşmüşlerdi.
İki acemi sevgili, çok normal, demişlerdi belki de.
...
Kaldığım yere gelmiştik. Girişte bir kahve molası vermiştik.
'Bak,' diye başlamıştın söze. 'Ben yoksul bir insanım. Yoksa niye gelip çalışayım böyle bir yerde...'
'Ben,' demiştim, 'yoksul da değilim, zengin de, ama tanıştım seninle. Isındı kanım sana...'
Ardından da, 'Bak,' demiştim, 'ilk önemli sorumu soruyorum sana: çocukların var mı?'
'Var,' demiştin, 'iki tane, ikisi de benim için pırlanta: biri kız, biri oğlan...'
'Nerdeler?' diye sorunca sana: 'Annemin babamın yanında. Buradan çok uzaklarda. Bir kötü koca yüzünden...' diye başlamıştın, kendi öykünü anlatmaya.
Hiç şaşırmamıştım... Ama, üzülmüştüm durumuna.
Yaklaştırıp yanına sandalyemi, sarılmıştım boynuna.
Bir süre kalakalmıştık öyle.
Hıçkırıp durmuştun uzunca süre...
Aşırıca üzülmüş gibiydin.
Sandalyemi alıp yeniden karşına geçtiğimde, bakmıyordun artık yüzüme.
Uzattıydın ayaklarını öne. Ayak uçlarına doğru çevirmiştin başını.
Öylece, donup kalmamıştık, hayır...
Odamın anahtarını vermiştim sana, numarasını da söylemiştim. 'Git dinlen,' demiştim.
Alıp anahtarı ve o sapı uzun tanışma gülümüzü, koşmuştun. Bırakmıştın beni bir başıma, masada.
Gidip biraz daha takılıp barlara, dönmüştüm kendi mekânıma.
Açmıştın kapıyı. Almıştın beni içeri...
'Yorgunum, uyuyacağım ben, gidip bir duş alayım, dönerim' demiştim.
Odaya döndüğümde, gülümüz yeni vazosundaydı: Japon tipi, ince uzun. Uymuştu vazosuna uzun saplı gül. Sen, televizyona bakıyordun. Önündeki sehpada, çok sevdiğini sonradan öğrendiğim o kurutulmuş balık kırpıntıları. Ve ağzına dek dolu, iki kadeh içki.
Belliydi... Konuşmak istiyordun.
'Konuşalım istiyorsan,' demiştim.
Yine, yoksulluktan dem vurmuş, kendi öykünü anlatmaya başlamıştın. Bıraktığın yerden de değil, yeni baştan...
Saatlerce dinlemiştim seni. Sabahın ışıkları girene dek pencerelerden içeri.
Sonra gidip uzanmıştım yatağıma. Ardından sen de gelip, oturmuştun yatağın kenarına...
Bir elinle önce başımı okşamıştın. Sonra, at kuyruğu biçimli ak saçımı ucundan tutup, küçücük örgüler yapmaya başlamıştın. Dudağında, ninniye benzer; ama hüzün dolu, ‘hımmm hım...’lı, mırıltılı bir şarkı.
Sormuştun: 'İyi para kazanıyor musun mesleğinde?'
Yanıt vermemiş, kalkmıştım uzandığım yataktan.
Gidip, çekip almıştım uzun saplı gülü vazosundan. Gelip, uzaklaştırmıştım azıcık, iki kişilik yatağın üzerindeki iki yastığı birbirinden. Uzunluğuna, tam yastıkların, biraz da yatağın ortasına yerleştirmiştim gülü. Ve, demiştim ki sana:
'Aramızda bir sınırdır bu gül. Bak! Şuradan, buraya geçmek, el kol uzatmak ya da kimsesiz tekir kedi yavruları gibi birbirimize sırnaşmak kesinlikle yasak! Lütfen şimdi yat uyu, ben uyuyorum...
İkimize de, iyi sabahlar! '
Ne mi demiştin? ‘Hayır: iyi... günler!’ Ne mi demiştim?
‘Ben unutmam, yaşadığım bu günü. Ya sen?’
Ne mi demiştin? ‘Artık... mümkün mü?’
Kaç yıl geçti aradan şimdi, biliyor musun?
3 Yorum:
değer,
miydi geçmişte kalmaya?...
hatırlamaya?
Yorumunuz için teşekkürler Ferkul.
çok ince bir yorum:
'değer,
miydi geçmişte kalmaya?
... hatırlamaya?'
geçmişte kalınmamalı, buna 'değmez geçmiş' derken, ama 'hatırlamaya değer' der gibisiniz.
yeni bir 'defter'e başlarken, 'eski defterleri karıştırmak', hesap işi ve gereğidir bir bakıma... eski dönemden yeni döneme kalmış olan varlıkların 'sayım'ını yapmanın yararı vardır 'muhasabe' işinde!
'elde ne var?' sorusu, 'yaşam kullanma kılavuzları'nın en başta gelen sorusudur...
Geçmişi karıştırdınız.
Elde ne var?
Benim için "Elde var hüzün"
Çoktandır geçmişi karıştırmıyorum. Onları mazinin koynunda uyumaya bıraktım.
" Bir elinle önce başımı okşamıştın. Sonra, at kuyruğu biçimli ak saçımı "
İçimden geldi... Bunu ben yapmış olmalıydım.:))
Yorum Gönder