aşk için... arayış içindeydim birkaç gündür. 'altınsı sözler' arıyordum aşk için...
günümüzden yaklaşık 260 yıl önce, Erzurum'da bırakılmış bir sevgiliye İstanbul'dan yazılmış bir mektuba takılıp kaldım sonunda... art arda 3 kez okudum bu mektubu: bazen sesli, bazen sessiz.
gözlerim doldu zaman zaman... Logistanbul'da yayımlanmalı bu mektup diye düşündüm.
ekleyeceğim fotoğrafı çekmek için, üç gün üç gece gezdim: dağ tepe, kıyı bucak... çektiklerimden yalnızca biri doldurdu gözümü... belleğimi kurcaladıkça, anladım ki çocukluğumdan kalma bir iz, bir tortu, gözümü dolduran bu fotoğrafa doğru sürüklüyor zihnimi.
kutsal kitapların 'gökyüzünden inmiş' olması, aklıma ilk takılan soruydu çocukluğumda... minareleri gördüğümde, böylesi kitapları yazan 'kalemler' sanıyordum onları. kutsal yazıların 'mavi gökyüzü'ne bu kalemlerle yazıldığını, yazılar tamamlandıkça, göğün bu yazılı yerlerinin kendiliğinden 'yırtıldığını' ve uça, süzüle, birer 'yaralı kuş' gibi yere düşmüş olacağını düşünürdüm.
Kuran Kursuna götürüldüğümde 4 yaşındaydım. ilk günkü ilk işim, gidip hocanın rahlesinde açık duran Kuran'ın sayfalarının rengine bakmak olmuştu...
sapsarıydı sayfaların hepsi: hiçbiri, 'mavi' değildi!
çocukluğumda yaşadığım bu ilk 'düş kırıklığı', sanıyorum hiç silinmemiş belleğimden...
'58'li yaşımdan sevgili çocukluğuma, saygıyla...' diyeyim ve geçeyim 'mektubumuza' -kestane kebap, acele cevap!
{ Ve izzetli, hürmetli, muhabbetli, hakikatli, hatırlı, gönüllü, hizmetli, sabırlı, ma'rifetli, akıllı, gayretli, şefkatli, güzel yüzlü, şirin sözlü, melek huylu, çelebi kollu, nazik elli, ince belli, şirin yıldızlı, has odalığım, oğlum annesi, gönlüm canânesi, inci danesi, hatunum ve hanımım, küçük kadın Züleyha Hanım huzuruna...
Candan selamlar ve gönülden dualar edip ol mülâyım hatırın kat kat sual ederiz. Allahın birliğine emanet veririz. Benim küçük kadınım, benim âşık paşam, benim gözüm, benim sırdaşım, benim dervişim, benim emektarım, ne keyftesin, ne haldesin, ne demdesin, neylersin, nişlersin, iyi misin, hoş musun? Allah, yardımcın olsun. Hak Taâlâ canına sağlık, gönlüne hoşluk versin. Tanrı seni bana bağışlasın. Bir dahi dünya gözüyle görüşmek müyesser eylesin, âmin. Aceb cihanda senin gibi var mıdır?
Zilhem, Zilhem! O tatlı canın seveyim. O tatlı bakışların seveyim. Hiç fikrimden gitmezsin. Böylece ayan gönlümde durursun. Benim nazik âşığım. Senin için yollarda ve İstanbul'da besteler yazıyorum ve öğreniyorum ki inşallah gelende seninle ses sese verelim de, türlü türlü besteler, güzel güzel kitaplar okuyalım. Allahu Taâlâya âşık olalım. Safalar edelim.
Bir küçük kadın gördüm. Hemen sana benzettim. Selam sabah ettim. Sesi dahi sana benzer idi. Senin hatırın için sokak ortasında ona yârenlik edip ahvalini sordum. Bir ihtiyar kocası varmış zindanda. Ona ekmek götürür imiş. On kuruş borcunu vererek, onu ihlâs edip sevabını sana bağışladım. Allahu Taâlâ senden razı olsun. Zira ben senden yer gök dolusu razıyım. Allah oğlumuz Şeyh Osman'ı bize bağışlasın, âmin. Ve cümle kadınlar, sana kurban olsun. Ve büyük kadınlar, bacılarına kurban olsunlar. Siz, bana dünyalar değersiniz. Hak Taâlâ dördünüzü bana dünyada bağışlasın ve ahirette firdevs-i âlâda dahi sizi bana versin, âmin ya Erhamürrahimîn. Dahi ben kimsenin fikrinde ve hayalinde değilim.
Bu muhabbetnamem boş gelmesin diye her birinize birer bürüncük gömlek irsal olundu. Şimdilik mazur olsun. İnşallah yakında vademiz tamam olduğunda ağa efendimizden destur alırız ve gelip sizinle çermikte çimeriz. Zira, bu çermiği sizin hevesinizle yaptırdım. İnşallah elime akça girerse camuş çermiğinde sizin için bir küçük kümbet yaparız. Siz gidende, ol küçük çermiği, sizden başkalarına yasak edersiniz. Tenha safa ile çimer, çıkar; pak olursunuz.
Size ol kadar çok sözüm vardır ki, bir ay yazsam tükenmez... }
Marifetname adlı ansiklopedisinden başka 15'i aşkın 'yazma' yapıtı ve bir de divanı bulunan Erzurumlu İbrahim Hakkı Efendi'nin (1703-1780), İstanbul'dan, Erzurum'da bıraktığı Firdevs, Fatma, Belkıs ve Züleyha adlı 4 eşine 1752'de 49'undayken yazdığı mektubun, 'has hatun'u saydığı 'küçük kadın' Züleyha'ya ayırdığı bölümüdür. [Ayrıca bakınız: 'Aşk İki Nokta Üstüste' | Cogito-Bahar-95 | YKY-İstanbul.]
3 Yorum:
okudum çok: biraz canım yandı sanki
şimdi var mıdır gercekten eşolup da bunları yazabilme ruhuna sahip er kişi?
Teşekkürler Ferkul [1].
diyorsunuz ki, 'okudum çok: biraz canım yandı sanki'
alın benden de o kadar... okur ve yazarken o mektubu, Logİstanbul'a aktarmak için benim canım da çok yandı. 'iyi sözler avcısı'yımdır. ama ne zaman?
söylemek istediklerimi biri söylemişse, orda susarım. söyleyeceklerimi söyleyenin bütün yaşatılarını didik didik edip öğrenmek isterim. başka kutsanacak birkaç yön daha olmalı bu kişinin yaşadıklarında derim ve gerçekten de olduğunu görürüm.
gördüğümdeyse, bu kişinin emeğinden söz açıp, onu 'bugün'e çağırırım. yaşadıklarımıza kendi gözüyle bakmasını isterim...
öylesi bir 'eski /ya da öncü/ göz'ün yepyeni anlayış kapıları açtığını görünce, 'canımızın yanması' hem doğal hem de bir zorunluluk.
aşkın her türü var bu mektupta... tutkulusu, birleştiricisi, adayıcısı... bu üç tür bir arada olunca ya da 'işlenince', 'köleleştirici aşk' zeytinyağı gibi su yüzüne fırlıyor. işte, 'öteki olan'a, kendini ötekinin yerine koyarak bakma denen empati yoğunlaşıveriyor o zaman. ve 'can yanması' da, katlanılmaz ölçüde çoğalıyor.
...
'şimdi var mıdır gerçekten eş olup da bunları yazabilme ruhuna sahip er kişi?' diyorsunuz.
mektubu yayımlama amacımın içinde, böylesi bir soruyu sordurmak da vardı. o 'öncü mektubu' bulduğumuza ve gereken soruyu da sorduğumuza göre, gerisi gelecek demektir.
mektuplar, 'küçük kitaplar'dır. kitaplar da, 'büyük mektuplar'...
eskiden hemen her mektubun altında, 'kestane kebap, acele cevap!' istekleri vardı. adresini bulan mektuplara mutlaka bir yanıt mektup (hatta köşeleri 'yanık mektup') yazılırdı. 'büyük mektup: kitap' yazanların, okurları üzerindeki haklarının boyutunu da böylece fark edebiliriz.
'küçük kitap' dediğimiz mektup sorar: 'nasılsın?'
'yanıt-küçük kitap-mektup' yanıtlar: 'ben iyiyim, sen nasılsın?'
yazının ve yazarların pirlerinden İtalyan Umberto Eco'nun 'opentext /açıkmetin' dediği bir metin tanımlaması vardır. 'bir metni okuyan, o metni yeniden yazar,' der.
'y/azı', her zaman yazılanın 'azı'dır. özüdür. görülen, bilinen kadarıdır. 'o/kur' sözcüğüne, 'gerisini sen söyle, sen kur,' buyruğunu gizleyen dilci-düşüncenin herhalde bir bildiği olmalıdır... :)
bu dünya insanının masalı/öyküsü, gerçekte 'tek bir öykü'dür. bir 'yüzden' öbür "yüze / 100'e" parçalanıp yayılmış ve dağılmıştır.
1 yüz'ü, 100 çarpı 1 dediğimiz 100'le tanımlayan düşünceci-dilin de bize söylemek istediği bir 'sır' olsa gerek...
bu da gösteriyor ki, kendi bir tek yüzümüz bile, 100 insani öyküyü barındırıyor... en az 100 ayrı durumumuz, yüzümüze yansımış ya da yüzümüzde birikmiştir... yüzdeki bu perde perde halleri, 'yazılar açar' ve 'şiirler kapatır,' diyebilir miyiz bilmem!
...
[4096 karakter sınırlaması nedeniyle, yanıt-yorumumu iki bölümde sunuyorum.]
Teşekkürler Ferkul [2].
...
Tanrı'yı kavrayabilmek için kendi bedenimizi, nefsimizi, bu dünyayı ve öteki insanları anlayabilmemiz gerektiğini söylüyor bu gezgin bilgin İbrahim Hakkı Efendi... hazırladığı ansiklopedisinin sonunda, insan organlarından, yüz çizgilerinden anlamlar çıkardığı -'Yüz her şeydir.' İlhan Berk- Kıyafetname adlı ilginç bir bölüm varmış.
insan bedenini, 'küçük evren / âlem-i sagir' sayan İbrahim Hakkı'yı izlemeyi sürdüreceğim. çok etkilendiğim şair İlhan Berk'e benzer yanları var...
...
'sözcükler bulanık da olsa, bir nesneyi çizer, hiç değilse imler, usavurur. bir çizgi, bir resim ya da bir fotoğraf da, sözcükler gibi görüntüler, imleme yapar. bu bir insansa, yüzü çıkar ilkin. yüz çünkü her şeydir... -İlhan Berk.'
internet dediğimiz sanalortamda, çoğumuzun adlarının takmaad olması gerçeğini düşünelim. kendimizi, kendi resmimiz yerine, küçücük görüntücüklerle tanıtırken, yine de az da olsa kendimizi anlatan simgeleri seçişimizi düşünelim... bir de, tanıtım aracı olarak kendi resmini koyanların da daha çok 'yüz resmi' kullanmalarını düşünelim.
sanalortam dışı gerçek yaşamda 'kimlik resmi'nin yalnızca 'yüz'den oluşuyor olması tuhaf sayılmayabilir. bu alışkanlığın, iletişimin sonsuz, sınırsız güçte olduğu, iletişimdeki hızın etkisiyle 'zamanın sıfırlanıverdiği' sanalortama tam olarak sızamayışı, hem düşündürücü hem de çok tuhaf değil mi?
zamanın sıfırlandığı yerde, 'yer', mekân ya da ortam da 'sıfırlanmış' olmuyor mu?
[bu düşüncelerimi yazarken, bir anlamda 'kalem sporu'mu yapıyorum Logİstanbul'da başlatacağım 'YüzlerKitabı' bölümü için.:)))]
Yorum Gönder