bilmeden teğetlerde / uzayıp durdu ömür
beri gel pergel / çiz dar dairemi... (1)
hep olmayacak bir yerden başlıyor olmalıydı... aralıklarla dolu, kesik kesik sözler... zaman zaman olmayacak bir yere getirdiğinden olabilir miydi sözü: bilinmez.
kaç gündür, kaç gecedir böyle oluyordu: n'apsa, n'etse, tamamlayamıyordu adam yazısını.
sözcüklerden çok, "üç nokta"larla doluydu defterinin son sayfaları.
...
"göz dediğin, ışığa; yürek dediğin, ateşe düşkün olur," derdin... öyleyse, neden: benden önce sen örtünüyordun, çekip çekip başına. o soğuk, o karanlık geceleri...
ne diyordun, "niye böyle oldun sen?" diye sorduğumda: "bırakalım, yaz gelsin!"
bıraktık... ne oldu? ne değişti? bir, iki: gelip gelip geçiyordu yazlar. üç, beş...
"yalnızlığın en kötüsü, iki kişilik olandır," deyip, alıp başını gitmeliydi birimiz: sonunda, kalan ben oldum, giden sen...
demiştin ki o gün bana: "alışamazsak, ya sen bana gelirsin. ya ben sana dönerim..." tek bir haber alamadan birbirimizden, geçti nice içi "yaz"lı yıllar. sen, gittiğin yere alıştın mı bilmiyorum. ama, ben alıştım kaldığım yere...
iki şey var, beni kaldığım bu yere bağlayan: birini, gittiğin günün sabahında; öbürünü, gittiğin yılın kışında fark ettiğim: iki güzel "ses". ilki, biri öbür tekiyle konuşan bir çift terlik sesi: "tip tap! tip tap! tıp...." ikincisi, çatıda uyuklayan kumru çiftinin, birbirlerine sokulurkenki sesi: "guuk! guguuk!"
yine de bir başka sorunum var, her gün yaşadığım: uzun süren, şu ara sessizlikler...
...
işte bugün de tam burada olduğu gibiydi. bitmeden kesiliveriyordu söz...
kesinlikle bir anlamı olmalıydı bu durumun. n'apmalıydı şimdi adam?
belki bir "şiirşey" anlamlandırabilirdi bu sessizliği. ama, hangisi?
belki bir "özsöz" çözebilirdi bu dilsizliği. ama, hangisi?
uzayıp gidiyordu "belki bir..."ler.
...
"çok, ama çok yalnız olabilmeliyim. yapabildiğim ne varsa yalnızlığımın başarısıdır," demişti f. kafka... böylece mi örüvermişti kendi "özgürlük duvarı"nı kafka?
ya s. zweig: "bütün yalnızlar gibi özgür ve bütün özgürler gibi yalnız," derken, yalnızca kendi "yalnızlık duvarı"nı mı delivermişti zweig?
ilk "özsöz" bozabilirdi adamın sürüp giden sessizliğini...
ama ikinci "özsöz", sessizlik denizinin bütün beyaz gemilerini, dilsizlik göğünün bütün beyaz martılarını, bir bir toplayıp, hepsini "özgürlük" dağının öte yüzündeki ıpıssız bir"göl"e hapsediyordu.
...
{tam da düşünceleri iyice dağıldığı bu anda, ceptelefonu çalıverdi adamın. açtı telefonu. karşısına çıkan, zaman zaman kendisini arayıp "hal hatır" soran, "şiirşey"leri çok seven yarenlerinden biriydi. karşılıklı "hal hatır" sorulurken, böylesi konuşmalarda, eskiden sıkça yaptıkları şey geldi aklına adamın. hem konuşuyor hem de masasının karşısındaki kitap rafına bakınıyordu. uzandı çekiverdi adam şiir kitaplarından birini. açtı rastgele bir sayfa: "inan batmış şehirler gibi onarılmaz anılar".
bu m. mungan şiirini okuyacaktı adam, "n'olur bir şiir oku bana," diyecek olursa telefondaki yareni... yazık ki, nerdeyse tüm yaşamı "arızalar"la ve "kesinti"lerle dolu olan adamın, arızalı ceptelefonu ansızın kendiliğinden kapanıverdi. bir eliyle sağına soluna dokundu sertçe: ama, olmadı, açılmıyordu telefon... hayır, uzanmadı ev telefonuna: üç aydır kapalıydı çünkü görüşmeye... yüreciği burkuldu adamın.
öyle kalakaldı adam. açık sayfadaki şiirin başlığına bir kez daha takıldı gözü, daha bir burkuldu yüreciği: "inan batmış şehirler gibi onarılmaz anılar..."}
"yorgun bir günün sonunda eve dönüyorlarmış gibi... gölgeler akşamüstünü söylediğinde: biri beyaz biri kara iki kedi... atmışlar kollarını omuzlarına birbirlerinin..." (2)
şairin bu sözleri, çözüverdi adamın dilsizliğini: o an zihninde beliren bomboş bir ara sokağın hiç bozulmamış yalnızlığına, karşılıklı değil hayır: yanyana dillenen iki "mırıltı!" yerleşiriverdi...
elindeki "şiirşey"e bakıp bakıp, kendi kendine mırıldanıp duran adam, bugün "yepyeni bir şey" keşfetmek üzere olduğunun farkında mıydı acaba?
yaşamı boyunca "bin yüz"üyle karşılaştığı "gerçekliğin", bir başka yüzü daha mı çıkıyordu ortaya yoksa?
öyleyse: günlerdir sürüp giden bu "sessizliğin" ağır, ölümcül bozgunundan kurtarabilir miydi adamı, bu "yepyeni yüz"?
öyle değilse: neyler, n'apardı adam?
bir dalgınlıktır sardı adamı: derin mi derin... ama, susturmadı mırıltısını... oturttu, yüreciğinin "önbelleği"ne mırıltısever bir "dinleyici": sürdürdü gitti okumasını.
elindeki "şiirşey"in, adamın bazen dalgınlığıyla bazen de "mırıldanışı" yüzünden bozulan "söz düzeni", yapılan işi "yapboz"laştırıyordu: olsundu...
daha bir keyifleniyorsa "adam", daha bir hüzünleniyorsa "dinleyen"i, niye öyle olmasındı?
varsın olsundu...
şifa istiyorsa, alacağı ilacın yoğun acısına direnme hakkı yoktu hiçbir hüznün: yine bir "şiirşey"den, yıllar önce öğremişti bunu adam... sonunda, yıllar yılları kovalamış: "ilacın hüznü"ne mi evrilmişti "hüznün ilacı"? olsundu...
"kedilerin özel bir anını yakalamak gibidir kendi yaşamımızdaki
olağanüstü anları ve olağanüstü kişileri yakalamak...
bazılarının gelecekte sandıkları 'bir gün' geçmişte kalmıştır oysa;
hani şu karşıdan karşıya geçerken, trafik ışıklarında rastladığınız,
omzunun üzerinden şöyle bir baktığınız sonra da boşverip
'nasıl olsa ilerde bir gün tekrar karşıma çıkar,' dediğiniz gün...
bu zalim şehri terk etmiş gidiyordur o, tam da o gün." (3)
...
geçenlerde, tuhaf bir şeyi daha fark etti adam. "tamam, buldum işte!" dedi: "ara sessizlikler!"
"tıp..." diye susunca ilk ses, uzunca bir sessizlik giriyordu araya. başlamıyordu hemen o "guuk!" sesi...
ve o ara sessizliklerde, öyle bir "iç konuşma" başlıyordu ki, hiç değmeyin, hiç dokunmayın adama. evet, niye o uzun, ara sessizliklere denk geliyordu hep bu "iç konuşmalar"?
bir başka şeyi daha fark etti adam. hiçbir "iç konuşma", öyle başladığı gibi gitmiyor; sonunda, hepsi birer "iç hesaplaşma"ya dönüşüveriyordu. bu da adamda -çoğu zaman "sızlanma"dan öteye gitmeyen- aşırı bir yazma isteği uyandırıyordu:
"demek ki, her sesin bir sessizliği, her sessizliğin bir sesi var".
"demek ki, bu dünyada herkes ve her şey ya 'yan yana'; ya da, 'karşı karşıya'".
"yine de, hiç mi bir 'terslik' yok şu dünyanın düzeninde? ya da en azından, şu koca istanbul'unkinde... bak şu evlere, şu kapılara, şu pencerelere...
şu perdelere bak: karşı karşıya durmuyorlar yalnızca. yan yana olanları da var..."
"demek ki, her 'karşı duruş'un yanında, bir de 'yan yana oluş' var".
...
son birkaç gündür, ne söze ne de yazıya dökebiliyordu adam içini. hayır, "yürüyüş"e de çıkmak istemiyordu.
dolanıp duruyordu evinin içinde: tip tap! tip tap! tıp...
salondan odaya, odadan salona: tip tap! tip tap!, tıp! tip tap! tip tap! tıp...
...
o akşamüstü: gidip baktı posta kutusuna. kutunun kapağındaki yarığa sıkıştırılmış yığınla reklam kâğıdını, hiçbirine bakmadan, buruşturup attı kapı önündeki leylak fidanının dibinde duran uzun çöp kovasına.
tam içeri girerken, kutunun aralık duran kapıcığına ilişti gözü. itti kapıcığı usulca. hafif bir itilmeyle kendiliğinden kapanan kapıcık yapışmamıştı yerine. sorun nedir acaba, bakayım diye kapıcığı incelerken, kutunun dibine sıkışmış, eskilerin "pusula" dediği küçücük bir kâğıt parçası gördü.
sevinçle kaptı pusulayı. üzerindeki yazıyı okumaya başladığında, kursağında kaldı sevinci adamın...
kaç gündür, kaç gecedir böyle oluyordu: n'apsa, n'etse, tamamlayamıyordu adam yazısını.
sözcüklerden çok, "üç nokta"larla doluydu defterinin son sayfaları.
...
"göz dediğin, ışığa; yürek dediğin, ateşe düşkün olur," derdin... öyleyse, neden: benden önce sen örtünüyordun, çekip çekip başına. o soğuk, o karanlık geceleri...
ne diyordun, "niye böyle oldun sen?" diye sorduğumda: "bırakalım, yaz gelsin!"
bıraktık... ne oldu? ne değişti? bir, iki: gelip gelip geçiyordu yazlar. üç, beş...
"yalnızlığın en kötüsü, iki kişilik olandır," deyip, alıp başını gitmeliydi birimiz: sonunda, kalan ben oldum, giden sen...
demiştin ki o gün bana: "alışamazsak, ya sen bana gelirsin. ya ben sana dönerim..." tek bir haber alamadan birbirimizden, geçti nice içi "yaz"lı yıllar. sen, gittiğin yere alıştın mı bilmiyorum. ama, ben alıştım kaldığım yere...
iki şey var, beni kaldığım bu yere bağlayan: birini, gittiğin günün sabahında; öbürünü, gittiğin yılın kışında fark ettiğim: iki güzel "ses". ilki, biri öbür tekiyle konuşan bir çift terlik sesi: "tip tap! tip tap! tıp...." ikincisi, çatıda uyuklayan kumru çiftinin, birbirlerine sokulurkenki sesi: "guuk! guguuk!"
yine de bir başka sorunum var, her gün yaşadığım: uzun süren, şu ara sessizlikler...
...
işte bugün de tam burada olduğu gibiydi. bitmeden kesiliveriyordu söz...
kesinlikle bir anlamı olmalıydı bu durumun. n'apmalıydı şimdi adam?
belki bir "şiirşey" anlamlandırabilirdi bu sessizliği. ama, hangisi?
belki bir "özsöz" çözebilirdi bu dilsizliği. ama, hangisi?
uzayıp gidiyordu "belki bir..."ler.
...
"çok, ama çok yalnız olabilmeliyim. yapabildiğim ne varsa yalnızlığımın başarısıdır," demişti f. kafka... böylece mi örüvermişti kendi "özgürlük duvarı"nı kafka?
ya s. zweig: "bütün yalnızlar gibi özgür ve bütün özgürler gibi yalnız," derken, yalnızca kendi "yalnızlık duvarı"nı mı delivermişti zweig?
ilk "özsöz" bozabilirdi adamın sürüp giden sessizliğini...
ama ikinci "özsöz", sessizlik denizinin bütün beyaz gemilerini, dilsizlik göğünün bütün beyaz martılarını, bir bir toplayıp, hepsini "özgürlük" dağının öte yüzündeki ıpıssız bir"göl"e hapsediyordu.
...
{tam da düşünceleri iyice dağıldığı bu anda, ceptelefonu çalıverdi adamın. açtı telefonu. karşısına çıkan, zaman zaman kendisini arayıp "hal hatır" soran, "şiirşey"leri çok seven yarenlerinden biriydi. karşılıklı "hal hatır" sorulurken, böylesi konuşmalarda, eskiden sıkça yaptıkları şey geldi aklına adamın. hem konuşuyor hem de masasının karşısındaki kitap rafına bakınıyordu. uzandı çekiverdi adam şiir kitaplarından birini. açtı rastgele bir sayfa: "inan batmış şehirler gibi onarılmaz anılar".
bu m. mungan şiirini okuyacaktı adam, "n'olur bir şiir oku bana," diyecek olursa telefondaki yareni... yazık ki, nerdeyse tüm yaşamı "arızalar"la ve "kesinti"lerle dolu olan adamın, arızalı ceptelefonu ansızın kendiliğinden kapanıverdi. bir eliyle sağına soluna dokundu sertçe: ama, olmadı, açılmıyordu telefon... hayır, uzanmadı ev telefonuna: üç aydır kapalıydı çünkü görüşmeye... yüreciği burkuldu adamın.
öyle kalakaldı adam. açık sayfadaki şiirin başlığına bir kez daha takıldı gözü, daha bir burkuldu yüreciği: "inan batmış şehirler gibi onarılmaz anılar..."}
"yorgun bir günün sonunda eve dönüyorlarmış gibi... gölgeler akşamüstünü söylediğinde: biri beyaz biri kara iki kedi... atmışlar kollarını omuzlarına birbirlerinin..." (2)
şairin bu sözleri, çözüverdi adamın dilsizliğini: o an zihninde beliren bomboş bir ara sokağın hiç bozulmamış yalnızlığına, karşılıklı değil hayır: yanyana dillenen iki "mırıltı!" yerleşiriverdi...
elindeki "şiirşey"e bakıp bakıp, kendi kendine mırıldanıp duran adam, bugün "yepyeni bir şey" keşfetmek üzere olduğunun farkında mıydı acaba?
yaşamı boyunca "bin yüz"üyle karşılaştığı "gerçekliğin", bir başka yüzü daha mı çıkıyordu ortaya yoksa?
öyleyse: günlerdir sürüp giden bu "sessizliğin" ağır, ölümcül bozgunundan kurtarabilir miydi adamı, bu "yepyeni yüz"?
öyle değilse: neyler, n'apardı adam?
bir dalgınlıktır sardı adamı: derin mi derin... ama, susturmadı mırıltısını... oturttu, yüreciğinin "önbelleği"ne mırıltısever bir "dinleyici": sürdürdü gitti okumasını.
elindeki "şiirşey"in, adamın bazen dalgınlığıyla bazen de "mırıldanışı" yüzünden bozulan "söz düzeni", yapılan işi "yapboz"laştırıyordu: olsundu...
daha bir keyifleniyorsa "adam", daha bir hüzünleniyorsa "dinleyen"i, niye öyle olmasındı?
varsın olsundu...
şifa istiyorsa, alacağı ilacın yoğun acısına direnme hakkı yoktu hiçbir hüznün: yine bir "şiirşey"den, yıllar önce öğremişti bunu adam... sonunda, yıllar yılları kovalamış: "ilacın hüznü"ne mi evrilmişti "hüznün ilacı"? olsundu...
"kedilerin özel bir anını yakalamak gibidir kendi yaşamımızdaki
olağanüstü anları ve olağanüstü kişileri yakalamak...
bazılarının gelecekte sandıkları 'bir gün' geçmişte kalmıştır oysa;
hani şu karşıdan karşıya geçerken, trafik ışıklarında rastladığınız,
omzunun üzerinden şöyle bir baktığınız sonra da boşverip
'nasıl olsa ilerde bir gün tekrar karşıma çıkar,' dediğiniz gün...
bu zalim şehri terk etmiş gidiyordur o, tam da o gün." (3)
...
geçenlerde, tuhaf bir şeyi daha fark etti adam. "tamam, buldum işte!" dedi: "ara sessizlikler!"
"tıp..." diye susunca ilk ses, uzunca bir sessizlik giriyordu araya. başlamıyordu hemen o "guuk!" sesi...
ve o ara sessizliklerde, öyle bir "iç konuşma" başlıyordu ki, hiç değmeyin, hiç dokunmayın adama. evet, niye o uzun, ara sessizliklere denk geliyordu hep bu "iç konuşmalar"?
bir başka şeyi daha fark etti adam. hiçbir "iç konuşma", öyle başladığı gibi gitmiyor; sonunda, hepsi birer "iç hesaplaşma"ya dönüşüveriyordu. bu da adamda -çoğu zaman "sızlanma"dan öteye gitmeyen- aşırı bir yazma isteği uyandırıyordu:
"demek ki, her sesin bir sessizliği, her sessizliğin bir sesi var".
"demek ki, bu dünyada herkes ve her şey ya 'yan yana'; ya da, 'karşı karşıya'".
"yine de, hiç mi bir 'terslik' yok şu dünyanın düzeninde? ya da en azından, şu koca istanbul'unkinde... bak şu evlere, şu kapılara, şu pencerelere...
şu perdelere bak: karşı karşıya durmuyorlar yalnızca. yan yana olanları da var..."
"demek ki, her 'karşı duruş'un yanında, bir de 'yan yana oluş' var".
...
son birkaç gündür, ne söze ne de yazıya dökebiliyordu adam içini. hayır, "yürüyüş"e de çıkmak istemiyordu.
dolanıp duruyordu evinin içinde: tip tap! tip tap! tıp...
salondan odaya, odadan salona: tip tap! tip tap!, tıp! tip tap! tip tap! tıp...
...
o akşamüstü: gidip baktı posta kutusuna. kutunun kapağındaki yarığa sıkıştırılmış yığınla reklam kâğıdını, hiçbirine bakmadan, buruşturup attı kapı önündeki leylak fidanının dibinde duran uzun çöp kovasına.
tam içeri girerken, kutunun aralık duran kapıcığına ilişti gözü. itti kapıcığı usulca. hafif bir itilmeyle kendiliğinden kapanan kapıcık yapışmamıştı yerine. sorun nedir acaba, bakayım diye kapıcığı incelerken, kutunun dibine sıkışmış, eskilerin "pusula" dediği küçücük bir kâğıt parçası gördü.
sevinçle kaptı pusulayı. üzerindeki yazıyı okumaya başladığında, kursağında kaldı sevinci adamın...
"ya bir ağır hastalık ya bir ağır kaza
ya da şiddetli bir deprem nedeniyle
koşup duruyorum aşağılara ben:
... ölüm ensemde
ağır yalnızlık var bir de
soğur yapayalnız bedenim
ölümler de sarmaz ısıtmak için
buz kesilir kalırım:
... yaşam merdiveninde" (4)
ya da şiddetli bir deprem nedeniyle
koşup duruyorum aşağılara ben:
... ölüm ensemde
ağır yalnızlık var bir de
soğur yapayalnız bedenim
ölümler de sarmaz ısıtmak için
buz kesilir kalırım:
... yaşam merdiveninde" (4)
uzun süredir haber alamadığı bir "yazı yareni"ndendi bu pusula...
adam, bir yutkundu olmadı. bir daha yutkundu yine olmadı: boğazında oluşan bir düğüm, büyüdükçe büyüdü...
bizans tarihçisi ammianus'muşçasına: "bak," dedi, adam, "oldu işte yine, olacak olan!"
isa'dan sonra 358'mişçesine zaman ve yer istanbul'muşçasına...
yaklaştı: dört bir kenarı gümüş kakma ve üstü ceviz kaplama olmayan daracık masasına...
üst çekmecesinden masanın çekiverdi bir uzun papirüs...
oturur oturmaz: ayakları italyan erik ağacı, oturağı çin bambusundan ve arkalığı fransız kestanesinden olmayan alçak iskemlesine...
uzandı ardından: altın kaplamasız mürekkep hokkasına...
onca yıl hiç pörsümemiş güvercin kanadını alıp eline: daldırdı üç kez...
daldırıp çekip... silkeledi çekip daldırıp... silkeledi ucunu güvercin kanadının...
yutuverdiğine iyice emin olduğunda...
güvercin kanadının o dar borusu... son istanbul yangınında biriktirdiği nemli isleri...
başlayıverdi adam: olmuş olabilecekleri bir bir ve sıra sıra yazmaya:
"o ağustos gününün şafak vaktinde masmavi, pırıl pırıl, apaçık olan gökyüzü...
apaçık olan gökyüzü: birdenbire kapkara bulutlarla kaplandı ve güneşin ışığı kayboldu.
güneşin ışığı kayboldu: her yeri öylesine bir sis tabakası kapladı ki, göz gözü görmez oldu.
göz gözü görmez oldu: sanki tanrı, gökyüzünün dört köşesinden rüzgârlarını buraya çağırmış, yıldırımlarını insanların üzerine fırlatıyordu.
yıldırımlarını insanların üzerine fırlatıyordu: aniden yeryüzü müthiş bir şekilde sallanmaya başladı.
yeryüzü müthiş bir şekilde sallanmaya başladı: dağlar inliyor, toprak kıyı boyunca parçalanıyordu.
toprak parçalanıyordu: rüzgâr kasırgaya dönüştü, birçok yerden sular fışkırdı.
birçok yerden sular fışkırdı: yüksek yerlerdeki evler birbiri üzerine yıkıldı.
evler birbiri üzerine yıkıldı: çıkan korkunç gürültüler gökyüzüne yayıldı.
çıkan korkunç gürültüler gökyüzüne yayıldı..."
giderim van'a doğru...
[Devamı sonraki yazıda: PusulaŞiir | "Oradaydım"]
(1) "Pergel", Behçet Necatigil.
(2) "İnan Batmış Şehirler Gibi Onarılmaz Anılar", Murathan Mungan.
(3) "İnan Batmış Şehirler Gibi Onarılmaz Anılar", Murathan Mungan.
(4) "Ölüm Ensemde", SekizinciRengim.
2 Yorum:
Sessizliğin içinde
Bir ses duydum
Ben de oradaydım
Tam ortasında yalnızlığın
Susuştuk…
Teşekkürler Ferkul...
Demişsiniz ki:
"Tam ortasında yalnızlığın
Susuştuk…"
Şair Gülten Akın'ın şu dizelerindeki aslında "paylaşılmaz" denilen "yalnızlık duygusu"na pek yakın buldum bu sözlerinizi:
"bir kayığa biner geceleri /sığlıkta o kadın tek başına /dua biçiminde inceltir korkuyu
sunar, içtenliğiyle tanrı'sına...
yalnız atlar yıkılır düzlerde / suya özlemlerinden
bir ben miyim yalnızlığa yenilen / sen, sen, sen"
Yorum Gönder