“an ol günü ki âhir olup nev-bahâr-ı ömr
berg-i hazâna dönse gerek rûy-i lâle-reng”
-- "Mersiye-i Hz. Sultan Süleyman Hân”, Fuzulî --
berg-i hazâna dönse gerek rûy-i lâle-reng”
-- "Mersiye-i Hz. Sultan Süleyman Hân”, Fuzulî --
Mısra-ı Evvel | Birinci Dize |
Mısra-ı Sani | İkinci Dize |
Ser-te-ser milk-i cihân berg-i benefşeyle gül ü gonca vü lâleyle dolup gülşen-i firdevs ile hem-reng olup elvân-ı şükûfe ile müzeyyen oluyor sen dahi envâ-ı küşâyişler ile nâdire cünbişler ile gelsen elin boynuma salsan beni alsan da berâberce açılsak çemene bakışuban hande-i nâz ile biraz serve biraz dahi gülüşsek semene yohsa olmuş mu degül memleket-i nâzda bu lutf u nevâziş bu inâyet güzelim belki budur tavr-ı pesendîde-i hûbân ki alup
âşıkı tenhâca fakat bir iki mutrible gehî kendisi sâkî vü gehî mutribi sâkî ederek gül gibi handân olarak açılarak haste-i hicrânını ihsân-ı firâvânla ihyâ ede tekrâr dirildip yine öldürmek için tâzece cân-bahşına îmâ ede yanî ki biraz lutf u biraz cevr ise de cânib-i insâfa gide etmeye yek-bâre sitem resmini icrâ…
Mısra-ı Salis | Üçüncü Dize |
Gele ey mâh-ı siyeh-perçem ü gül-fem bu gece seyr ü temâşâya çıkup cilve-i meh-tâb ile deryâda biraz âlem-i âb eylesek olmaz mı ki envâr-ı ziyâsıyla kamer mevclerin her birini sîm servler gibi tezyîn edip aksiyle nücûmın dahi kandîl-i dırahşân ile ir bezm-i çerâgân-ı bezm-i dîgergûn görünmiş ki şebistân-ı cihân böyle münevver geceyi böyle safâ bahri ki ru'yâda bile gördügü yokdur ki ser-â-ser çemen üşküfeleri gelmiş o deryâda habâb olmuş o gird-âbların her biri bir havz-ı pür-âb olmuş aceb tarz-ı pesendîdesi var sûret-i nâ-dîdesi var gûyâ sana kâse-i billûr-ı sipihrin içi şîr ile leb-â-leb de egilmiş de zemîn üzre dökülmüş tagılup lü'lü'-i şehvârları târ-ı şuâ ile nücûmun yine tekrâr dizilmiş nazar erbâbına olmuş heme yağma…
Mısra-ı Rabi | Dördüncü Dize |
Güzelim âşıka cevr etme cefâ meşrebine gitme amân haste-i hicrânını incitme ki bir gün ola sen dahi düşüp aşkına senden beterin zülfüne ber-dâr olasın mihnet ü endûha haber-dâr olasın âh u figânıyla yanıp yakılasın gül-ruhunun şulesine âlemi şeydâ kılasın sonra nedâmetlerini kimseye izhâr edemezsin ki sen uşşâkına rahm etmedigin lutf u vefâ meslegine gitmedigindir ki gelip yoluna bu dâme tutuldun deyü envâ-ı melâmetler edip birbirine halk işâretler edip âşıka rahm etmeyenin hâli budur zübde-i âmâli budur öyle gerekdir deyip ol hüsnüne dil bagladıgın kâfiri tahrîk ederek bir bir ederler sana tevbîh o zamân sen diyesin kim bu sözleri hep söyledi dîvâne kıyâs eyledi kim Gâlib-i şeydâ…
[Açıklama: Birkaç kez okunduğunda, çok zengin bir düş gücü ve aşırı incelikli bir anlatımı var bu dizelerin. Dilinin günümüz Türkçesinden epey uzak olması ve içerdiği Arapça ve Farsça ağdalı tamlamalar bir yana, şiirsever ya da şiir yazar herkesi epeyce düşündürecektir sanıyorum bu dizeler.
Değişik imge ve söyleyişlerle divan şiirine yeni bir hava getirmiş olan, Osmanlı divan şairi Şeyh Galib'in (1758-1799) dört uzun dizeden oluşan bu düzyazı şiir türünün adı Bahr-ı Tahvîl'dir. Bu türe, belki "Nehir Dize/Şiir" diyebiliriz. Okurların bileceği gibi, mesnevi türündeki 2041 beyitten oluşan Hüsn ü Aşk da Galib'indir.
Şunu da anımsatmakta yarar var: Fotoğraflar üzerine "tık"ladığınızda, onları daha gösterişli biçimiyle izleyebilirsiniz.]
Yorumla|Paylaş
Şunu da anımsatmakta yarar var: Fotoğraflar üzerine "tık"ladığınızda, onları daha gösterişli biçimiyle izleyebilirsiniz.]