PusulaŞiir | "Oradaydım"

örsler çekici / uzaklara çekti
öldüm / çiz dar dairemi!
(1)

sonraki akşamüstü: yeni bir "pusula" buldu, posta kutusunda adam. yine bir düğüm oluştu boğazında, okur okumaz bu yeni pusulayı.
"olacak olan" yine olmuştu evet. zaman isa'dan sonra 2011'di ve yer: hayır, istanbul değildi.
önceki pusulayı yazan aynı "yazı yareni", bu kez çıkarmıştı baklayı ağzından:

"yalnızca bir paylaşımdı o şiir: an ve an yaşamaktı o soğukluğu.
oradaydım: ölümün 6'ncı katında...

hayır: yıkılmadı, içinde bulunduğum bina. ve
yıkılıp gelmedi üzerime yan binalardan: hiçbir kolon, hiçbir sütun ve başka yıkıntılar.
evet ama, bir "kıyamet"ti yine de yaşadığım. hayır, hayır, korkmayın: yıkılmadım...

oradaydım evet: van'da... taa van'da." (2)

adamın boğazında oluşan düğüm, büyüdükçe büyüdü...

yarı şaşkın yarı ürkek durup düşünürken bu haberi nasıl yorumlayacağını: aklına, küçücük çocukken ninesinden öğrendiği -ninesinin de dedesinden öğrendiği- güzel ezberi geliverdi. Evrene ve dünyaya ilişkin birçok soruyu yanıtıyla birlikte içeriyordu bu "ezber":

"âşık sana bir sözüm var, bu arş neyin üstündedir? hikmetine akıl ermez, bu arş kürsün üstündedir"

nasıl bir yerdi "insan katı"? nasıl bir yerdi "tanrı katı"?
uzun bir düş müydü, bütün bu yaşam?
soruluyordu: âşığa, kâmile, dervişe...
...

niçin art arda geliyor, niçin üst üste çakışıyordu bunca yaşam, bunca olay... niçin?

eski mektuplarınızda bana sözünü ettiğiniz yere, erciş'e gidip, orada yaşadıklarımı anlatayım dedim bugün size. akşamüstüydü erciş'e vardığımda. görünüverince gölün ardında yükselen, ufuktaki o süphan dağı... tam karşımda, ama uzaklarda bir yangın yeri misali o dağ yananda, ne mi yaptım? yıllar önce, dostlarınızla mekân tuttuğunuz, sıladan uzak, yardan yarenden uzakta: türkülü, şarkılı, şiirli söyleşip, gurbetin hüznünü alt ettiğiniz yerlerden birine koştum: o eski iskelede kurulu olan kıyı restoranına... başım gözüm üstüne! başım gözüm üstüne!! bu karşılıklı sözlerle selamlaştığım şefe basit yollu, atıştırmalık bir iki siparişimi söyledikten sonra restorandan çıkıp, eski tahta iskelede yürüdüm biraz: uzaklara baktım durdum: baktım, baktım durdum... sıra sıra duran upuzun kavak ağaçlarının ardında, ama oldukça uzaklarda kızıllığa ve turuncuya boyalı süphan dağı'nı selamladım: başım gözüm üstüne! başım gözüm üstüne!! dalmışım öylece, bir ara: uçarcasına üç küçük balık fırladı gölün içinden art arda... derken, yanımdan az uzakta, sığlıktaki kayaların arasına düştü üçü birden...

vardım gittim yanlarına: başlarını çıkarıp durdular sudan birkaç kez, art arda... sığ su karıştı. bulandı. derken, onlar durulunca, su da duruldu. sonra, birer baloncuk çıkarıverdi balıklar ağızlarından...

meğer bu baloncuklar: istanbul'a götürmemi istedikleri selamlarıymış. size ve iki çok yakın dostunuza. nerden bildiniz, nasıl anladınız diyeceksiniz... erciş fotoğrafçısı çölçınar'a rastladım, eski tahta iskeleden ayrılıp, birkaç adım sonra restorana döndüğümde: o yorumladı bana, bu "selam işi"ni. ayrıca: "başım gözüm üstüne!" demeliydin o balıklara diye ekledi, "buraların selamlaşmasıdır bu". hayır: bir haber alamadım yaşar kemal'in ernis'teki yakını reşit kemal'den. uzun süre olmuş, o yöreye gitmeyeli erciş fotoğrafçısı çölçınar... erciş fotoğrafçısı çölçınar birinden söz etti, söyleşi arasında: adı, "bağdagül"müymüş neymiş... bilmem anımsadınız mı? sizler ona "hakime hanım" dermişsiniz... "eee!" dedim erciş fotoğrafçısı çölçınar'a: "bağdagül'den konuşuyorduk". "sorma..." dedi, erciş fotoğrafçısı çölçınar "sorma gerisini". sormadım gerisini... birinden daha söz ettik... "bilmem anımsıyorlar mı," dedi erciş fotoğrafçısı çölçınar: sizin erciş'teki tek baklavacınızmış. taze, sıcak "havuçlu baklava"sını çok sever, çok yermişsiniz. cumartesilerinizin öğle saatleri orada geçermiş... "eee!" dedim erciş fotoğrafçısı çölçınar'a: "sorma..." dedi, erciş fotoğrafçısı çölçınar "sorma gerisini". sormadım gerisini... sizin "birlik" binası mı? orası birkaç yıl önce üniversiteye dönüştürülmüş... "orduevi"niz mi? onu neye dönüştürmüşler bilmiyorum. ben, birkaç gün daha buradayım.

yarın akşam, bana eski mektuplarınızda sözünü ettiğiniz, iki muğlalının işlettiği o küçücük, üç masalık meyhanenin bulunduğu yöreye gideceğim... gündüz vaktini, mektuplarınızda uzun uzun anlattığınız "ışıklar" köyüne ayırdım. orayı da gördükten sonra, büyük olasılıkla, size yazacak epey haber olacak elimde. "kötü haber tez yayılır," derler. ama, söyleşirken ya da sizin deyiminizle "sözleşirken" doğru bu yalnızca: "yazarken" değil. daha başka haberler istiyorsanız buradan, yeni mektubumu bekleyin... umarım iyi haberler olur da, "tez yazarım". az önce, orta ölçekli bir sarsıntı daha yaşadık. erciş fotoğrafçısı çölçınar'ın ve karşı masadakilerin telefonları çaldı. o ve daha birkaç kişi aceleyle, "taksi maksi çağırsaydık," dememe aldırmadan, kalkıp erciş meydanına doğru koşmaya başladılar.
...

geri gelir diye düşündüydüm erciş fotoğrafçısı çölçınar'ı. gelseydi, hani sizin zaman zaman, yazdığınız mektuplara türkülerinden alıntılar yazdığınız, vanlıdır dediğiniz ruhi su vardı ya: bilgi alacaktım onun hakkında...
onun çocukluğunu yaşadığı yöreyi görmek istiyorum.
birbaşımayım şimdi masamda...
defterimin arasına koymuştum son uzun mektubunuzu. ona bir daha bakıp, okumak geçiyor içimden...
...
"gün gelir: ya sizi ya tarihinizi, ansızın siliverir gizli bir el...
derken, eksilir dilinizin altındaki söz...
ne zaman bir yazıya başlasanız, birleşmez harfler, sözcükler: uzaklaşırlar birbirlerinden...
"anlamsızlığın anlamı"nı aramaya başlarsınız artık. belki çizersiniz birkaç şiirşey kâğıdın ortasına: onlarla olsun, bir anlam ararsınız...
bir eğriyi, bir kırığı, bir kesiği bağlarsınız öbürüne: ama n'apsanız olmaz.
kopuvermiştir bir kez, sözün yazıyla, kalemin kâğıtla bağı...

derken, kurur elinizdeki kalemin dili: ne yapsanız ıslatamazsınız.
kilitlenir önünüzdeki kâğıtların ağzı: hangisine sarılsanız, açamazsınız ağzını...

gerçekte "yüzyüzeliği" sever her söz...
ama kolay mı "yüzyüzelik"? belki de o "zorluk" yüzünden doğuyordur bunca yazı, bunca çizi, bunca "şiirşey".

yoksa "yüz her şeydir," diyen şair, bu sözün ardından, kalkıp niye desin ki: "uzak, güzeldir"?

tanışmaya görsün karakaleminiz, yaşam defterinizin ak sayfalarıyla. dökmeyegörün içini kalemlerinizin. birleşir gibi görünür harfler önce ama, sözcüklere dönüştüklerinde aralanırlar birbirlerinden: uzaklaşırlar... zaten nedir ki "virgül" dediğiniz, nokta dediğiniz?
ya o "üç nokta"lar?

"demek ki," dersiniz, "uzaklar" içinmiş her şey, her "şiirşey".

şunu da bilmeli ama: sildiğinde, yaşanan bir şeyleri o gizli el...
ve örttükçe yolunuzu pus ile kar... ve görünmez olunca uzaklar...
"hiçbir şey kâr etmez," dememelisiniz, "bu siste, bu pusta".

almalısınız elinize boş bir pusula, yazıvermelisiniz küçük bir "pusulaşiir".
küçüktür, kısadır, pusuladır: ama, sizin diliniz, sizin sözünüzdür...

bilesiniz ki, ister sizde dursun, ister gönderdiğiniz yerde...
er geç, katlanıp konacaktır bir kitabın arasına, o pusulaşiir.
...
"sonuncu şiir rafına bir kitaplığın, kim niye baksın?"
hayır, öyle demeyin! hem "pusulaşiir" deyip de geçmeyin!

yolu düşer insanın zaman zaman, yaşam içinde, akıl almaz, t/uzaklara. ve yitip gidebilir insan yaşamın önü, ardı, sonu belirsiz, kapkaranlık ara sokaklarında...
n'apacaksınız o zaman?
açıp o pusulaşiiri, bakıp bakıp kuzeyine, güneyine, doğusuna, batısına, ondan yepyeni bir "yol haritası" çıkaracaksınız...

elinizdeki bu harita, küçücüktür: ama, onun üzerine, geçmişte çizdiğiniz tek "dörtyol", sizin dörtyolunuz ya da bilip güvendiğiniz birinin çizdiği "dörtyol"dur.
artık, bütün o sapakların hangisini seçerseniz seçin, sizi götüreceği yer: sizin için en güvenilir yerdir.
...
araştırıp bakın isterseniz: uzun-uzakyolşairlerinin yaşamöykülerine...
iyi bakar ve iyi okursanız, yitik yaşayışların tozlarıyla sararmış, solgun ve nemli nice harita parçalarına rastlayacaksınız.
...
hiç tanık olmadınız mı, aradığınız bir şeyin bazen tam karşınızda durduğuna?
uzun bir yolda dalgın dalgın yürürken, niye takılıverir aklına insanın kimi adlar, kimi sözcükler?
"kimbilir şimdi nerde, ne yapıyordur," dediğiniz biri, usulca yanınızdan geçip, süzüle süzüle yürüyüp gittiğinde... hiç mi şaşkınlığa uğramadınız?

öyleyse: "yitik yaşayışların tozlarıyla sararmış solgun bir harita parçasını kim ne yapsın?" dememelisiniz!
şimdilik söyleyeceklerim bunlar...

sevgiler.... 'buldumcuk'".

"sizin gerçekten 'tuhaf' denebilecek şu yaşam anlayışınızı, sizin insana 'olamaz' dedirten tutkularınızı anlayabilmek hiç de kolay değil. anlamak isterdim oysa biraz olsun. yazık ki, bu konuda size hangi soruları yöneltip de -doğru demeyeyim-, anlaşılabilir yanıtlar alabileceğimi bilmiyorum. ama şunu biliyorum: siz yaşadığımız çağın adamı değilsiniz. öyleyse, hangi çağın adamısınız? evet, buldum galiba soracağım soruyu... gerçekten, hangi çağın adamısınız siz? 'hiçbir çağın,' diye yanıtlamazsınız bu sorumu umarım.
...

"'beni kolayca bulasınız diye, basit ve küçük şeylerin arkasına saklanıyorum,' derdiniz eskiden. şimdi de 'pusulaşiir'... anlaşılan durumunuz bugün de pek farklı değil.
bunca yıllık yazışmaların ardından elbette, 'niye hep böyle saklanıyorsunuz siz?' deme hakkım yok: biliyorum.
yalnız bir şey var ki, duramadım sormadan. bu son mektubunuzdaki imza: 'buldumcuk'. belli ki, oralarda bir 'şeyler' olmuş, sizi şaşırtan. bilmek isterdim o 'şeyler'i: bildirir misiniz, bilmem... sevgiler... 'herdemtaze'"
...
yeni bir şey farketmişti anlaşılan, adamın "yazı yareni"...
okuyunca bu mektubu: "yalnızca bir merak değildir herhalde bu sorunun nedeni," diye mırıldanmaya başladı adam.
düşündü... aynı soruyu bir de kendi kendine sormayı denedi: "ben, hangi çağın adamıyım?"
sorunun ucu çok açıktı: ya "hiçbir çağın" denebilirdi kısaca. ya da "yazının bulunduğu çağ"a kadar uzanan çağlardan "birinin adı" söylenebilirdi...

yine de belliydi adamın ne diyeceği, ne söyleyeceği.
sordu yine kendi kendine: "bırakın beni, ninemin; bırakın ninemi, onun dedesinin; bırakın onun dedesini... şu 'âşık sana bir sözüm var,' diyenin çağı hangi çağdı ve bu çağ, nasıl bir çağdı?

[işte tam da bu can alıcı soruya yanıt ararken adam, ceptelefonu çalıverdi: "tvitt! tvitt! tvittt!
arayan kim olabilirdi? son zamanlarda, pek de önemsemiyor, açmıyordu çalan telefonları...
açmasa mıydı yoksa bu kez de? açtı... çünkü, yazı yarenlerinden birinin göndereceği son yazı epey gecikmişti. yıl sonu da yaklaşmıştı. nice iş güç arasında, vakit bulamamıştı belki de. hiç değilse bir "hal hatır sorayım..." demiş olabilirdi...
zaten, ne derdi o yaren: "iş güç dediğin yitirilse de her zaman bir yenisi bulunur. ama dostluklar öyle değil: kristal vazoya benzer dostluk dediğin... düşünce yere, tuz buz olur ve bir daha onarılmaz..."
ama, hayır! o değildi arayan.

her telefonda bir "şiirşey"okumayı, dinlemeyi çok seven yareniydi...
"hadi," dedi, "oku bana, son günlerde okuyup çok sevdiğin şiirlerden birini..."
çekip aldı adam, louise glück kitabını, kitaplığının "şiirlik rafı"ndan. başladı okumaya:

"son bir kez gece / son bir kez ellerin / yarın güz başlayacak.
oturacağız balkonda birlikte / bakacağız kuru yaprakların sürüklenişine
yakacağımız mektuplar benzeri birer birer / ayrı evlerimizde

güz başlayacak sabahleyin / birlikte dolaşacağız küçük bahçede / ve çalılar
hâlâ örtülü olacak sisle / uzun süre içlerinde yaşanmayan odalar gibi
bak nasıl da uçuşup sürükleniyor kuru yapraklar / karanlıkta yaktığımız mektuplar gibi / üzerlerinde ne varsa..." (3)

teşekkür etti yareni. ama, yetinmedi "mektuplar" başlıklı bu glück şiiriyle: "vardır, kolayında bir yerde senin," dedi, "bir de, türkçe yazılmış şiir okusan?"
...
{çağdaş amerikan şiirinde -hem de Silvia Plath gibi büyüklüğü tartışılmaz bir adın ezici gölgesinde- daha ilk şiirleirnden başlayarak yerini bulan ve bu yerini gittikçe sağlamlaştıran bir 'kadın şair' olarak anılıyordu glück...
arka kapağına baktı kitabın. orda bulduğu küçük glück şiirciğini okudu ve eklediği bir "benzeti"yle sonlandırıp, bu yazıya aktarıverdi adam:

"kızkardeşimle ben, amazonlar gibiyiz: geleceği olmayan bir kabile / resim yapışlarına bakıyorum: benim oğlumla, kardeşimin kızının
biz niye kuru pastel kullanmışız bilmem / daha yaşarken biz / dökülüyor
yitip gidiyor bütün izlerimiz..."}

kimdi peki, bu glück (22 nisan 1943, new york)?
bir adı da elisabeth olan louise glück'ün sözlerini, dizelerini, şiirlerini, tüm "şiirşey"lerini -en çok da "japonica"lısını çok severdi adam. ne zaman, nerede yeni, küçücük bir "şiirşey"e rastlasa, gelir alırdı glück kitabını: başlardı, evire çevire, orasından burasından okumaya...
hiç alamadığı da olurdu kendini glück'ten. bazen aşağıdan yukarıya okur, bazen de tersinden yönüne okurdu glück şiirlerini... doymazdı yine de.
n'asıl doysundu?
"karanlık dünyaların şiiri"ni yazan glück, 60'ların şairiydi. şiiri üniversitede öğrenmiş, üniversitelerde öğretmiş; ama, asla bir "akademisyenlik" taslamamıştı. döneminin amerikan şiiri, biraz da "kadınların şiiri"ydi. bu şiir türünün "amerikalı anne"si anne bradstreet, ilk şairiydi de üstelik amerikanın...
eski dostu ve çalışma arkadaşı, glück çevirmeni g. turan'dan dinlemişti adam, glück'ün ve şiirsel metinlerinin öyküsünü. biraz da kendi düşüne olan şaşırtıcı güveniyle çalakalem başladı anlatmaya/yazmaya:

"ilkdoğan'ında öfkeli ve serttir glück. bataklıktaki ev'indeyse: hüzünlü ve içe kapanık...
anneler ve babaların ilgisiz olduğu ilkdoğan'da, acılarla dolu bir aşk ve evlilik varken; bataklıktaki ev'de tek bir izleği vardır glück'ün: "yitirmek".
ilkyazdı, günışığıydı, çiçeklerdi derken; tomurcuklarla yüklü ağaçlar, geleneksel ayışığı ve karla doludur bataklıktaki ev. "ölüm"ü de imler bütün bunlar, "dirim"i imledikleri kadar...

söz konusu bu iki kitabın ardından gelen inen figür'ün yüküyse: "ölüm"dür. mutluluklardan sıradanlıklara dönüşen evlilik de, bir "inme", bir "ölüm"dür.

üç kitabın ardından gelen akhilleus'un zaferi'inde, "ölüm"le "hüznü" buluşturan glück, nerdeyse evrene ve yaratılışa eksiksiz bir "insancıllık" ekseni çizer ve beş yıl bekler...

bu bekleyişin ardından yayımladığı ararat'ında, baba, anne, koca, iki kızkardeş, çocuklar ve çocukları ölmüş teyzeden oluşan bir aile yaşamını işler: eksen üzerinde bu kez, insanla ölüm arası ilişkinin değişik durakları yer alır. özünde çarpıcı olan ölümü süslemek gerekmez püslemek de. kendi lirizmi, ölümü yeterince çarpıcılaştırmaktadır zaten...
gerçekliktir ölüm. gerçeklik de: "yalın" bir şeydir {"yapyalın" olansa, adamın sıkça kullandığı o "şiirşey"dir}.

türkçedeki sonuncu kitabı yaban süseni'nde glück, mitik ve sembolik bir eksenin üzerine dizer dizelerini. çiçekler, bir ayin içindeymişçesine "konuşma"ya, "söyleşme"ye başlar...
yitirilen gençliğe yaslar tutulur. tutkular, belki de son kez dillenir. sabah akşam dualar edilip yakarılan tanrı bile doğrudan "konuşturulur".
havva'yı da yaratan tanrı, adem'i yanına çağırır. bütün canlılar, bir bir geçerlerken adem'le havva'sının önünden, der ki tanrı: "işte bütün bunlar, ikinizindir."
ve çekilince tanrı, kendi katına... havva'nın sağında bir ağaç beliriverir.
gövdesine sarılı, sarkıp duran bir sarı yılan... dalındaysa, olgun bir kırmızı elma...
derken: o "ilk günah!"
ve o ilk kovulma: "cennet bahçesi"nden "insan katı"na, ilk "yolculuk".
ve adem... ve havva... ve glück... ve bizler.
...
oysa daha ararat'taki "ağıt"ında, işin bu noktaya varacağını, bir başka gizemi çözerken görmüş, belirtmiştir glück:

"ölüydün sen / güneş inanılmaz parlaklıkta / ikindi üstündeyken hem de / eylülken

-yaşayan dostların kucaklaşıyorlar birbirleriyle / durup kaldırımda biraz dedikodu yapıyorlar
güneş batmaktayken ve akşam yeli / kıpırdatıyorken kadınların şallarını-

bu işte anlamı / 'şanslı bir yaşam"ın / yani şu: bugün varolabilmek
"
...
mırıldandı adam: zaten, hep "ilk karlar", hep "ilkyazlar"da yağmaz mıydı glück şiirlerinde.
ve bu mırıltıyla kapattı adam -biraz "yerli", biraz da yersiz bu "glück konusu"nu...

telefonda bekleyen yarene ikinci şiir: niye olmasın dedi adam, uzandı "şiirlik rafı"na. "ne dersin," dedi, "bir gülten akın şiiri var elimde?"
"akın'ı severim," deyince yareni, başladı adam okumaya:

"oysa bir yerlerde hep sıcak odalar olmuştur / sıcak odalarda eski adamlar olmuştur
sessiz adamlar olmuştur / dedeleri mucizeler gösteren / yatırlar, evliyalar olmuştur

mumlar da yanmıştır mezar başlarında / kuşlar da dönmüştür omuz başlarında

beyaz kuşlar / beyaz kuşlar / beyaz kuşlar...

bu eskimiş odalara gelinmiştir sonra / yüz yıl / iki yüz yıl / bin iki yüz yıl
bu beyaz kuşlarla
yollar yürüne yürüne / bu eskimiş odalara..." (4)

yareninden bir teşekkür daha alan adamın yüreciğine hoş bir "sıcaklık" yayılıverdi. bu sıcaklık, her zamankinden "farklı"ydı...
bu yazının başlangıcını oluşturan PusulaŞiir "Ölüm Ensemde"yi yayımlamamış olsaydı, ona birkaç glück sözü ekler, öyle yayımlardı:

"sus sevgilim sus / umurumda değil / kaç yaz daha geçeceği / sen dönene kadar
belki bu kış ben / göçerim sonsuzluğuna akzambaklar ülkesinin

duyumsuyorum şimdiden / ellerinin güzelliğini: sen gömerken beni
"]
...
peki, kim miydi bu gülten akın (1933, yozgat)? kısaca bir: gül+ten+ak+(k)ın'dı...
sonra işte yaşlandım'ıyla "şiiri düzde kuşatmış" biriydi...
"ben insanı 'tam' gösteren aynalardanım..." diyebilen bir "kadın"dı.

"kötüler saklanarak / iyiler söylenerek" yaşardı akın'ın "şiirşey"lerinde.
"susmak" nedir bilmeyen biriydi akın...

oysa herkes susuyordu bembeyaz / bazen de kargalar konuşuyordu kapkara.
paris, newyork ya da londra terbiyeli heykellerin nerdeyse tümü susuyordu.
tartışmasın deniyordu üstelik kimse. kuzular mı? onları damlara... kadınlar mı? onları sütlere sürün gitsin deniyordu...

oysa gülten akın öyle demiyor. sorular soruyordu: n'olmuştu bunca yıllar, yüz yıllar, bin yıllar sonra? "beyaz kuşlar" mı başlarını alıp gitmişti? mumlar mı sönmüştü mezar taşlarında? dolaplarda, odalarda yatan ölü atalar: dirilip dirilip, bir daha ve bir daha mı ölmüşlerdi?

olsundu... çileler sürüp gitsindi. herkes, nasılsa bir gün ölecekti...
hiç değilse şimdilik, şu ocaklar yanadursundu bir...
yandıkça ocaklar, odalarda evlerde elbet birileri olacaktı: başlar eğilecek, hep iç çekilecekti...

ve varsın yıkılsındı tümüyle dünya...
batısı, ortabatısı, uzakbatısı: varsın hepsi batıversindi...
doğusu, ortadoğusu, uzakdoğusu: varsın hepsi yanıversindi...

oysa gülten akın, sürüp giden "vurdumduymazlıklar"a karşı duruyor "ağıtlanıyor"du: "sular da yanar / vangölü yandı ... / dağıldı gitti süphandağı'nın bulutu / süsen vakti değil nergis vakti değil / karanfil vakti" diyordu.

"bir kurdele bir pabuç yüzünden / unutacak mısın yüreğim?
dünya uçurtmayla balonken / kırmızı ve mavi tayfın bütün renklerini
sana zehir edenleri / unutacak mısın yüreğim?" (5)

bitmiyordu soruları akın'ın: "susup birikiriz / bu bir umut değilse de" diyor: susmayı bile konuşturuyordu...

zaman zaman alıyordu "en ince eleği"ni eline. alıyordu garip'i, alıyordu karac'oğlan'ı yanına... daha ne çok âşığın, tutuyordu ellerinden... kimini demirden geçiriyor, kimini oksijene, kimini hidrojene batırıyor: lorcalarla, brechtlerle birleştiriyordu.
...
galiba sonunda bulmuştu adam, sorunun yanıtı olacak ipucunu: birazını ninesinden duyduğu, tamamına gençlik yıllarında sular hası "ruhi su"yla erip, günde en az üç kez dinlediği o "ilahiler"in içinde gizli olmasındı sakın aradığı ipucu?
...
giriverdi internete. yazdı google kutucuğuna youtube adresini. sonra, aradığı albümü yazdı gelen ekrandaki arama/sorgulama kutusuna: "ruhi su, âşık sana bir sözüm var".
seçti gelen iki yanıttan birisini...

{işgüzarlığına saydı adam yanıtın başlığındaki "full albüm" sözünü, bu kopyayı sağlayanın...
insanlığın uzaklara (güzel uzaklara mı, bilinmez!) yolladığı uzay aygıtlarının yakıt depolarının doluluğundan söz ederken, "full dolu" (bu nasıl trt-türkçesiyse?) denildiği bu çağda, böylesi dil sürçmelerini sineye çekmek yine de mümkündü: ama, bu işte "özel bir çaba" yoksa.}

yazısına eklemeden önce, doya doya dinledi bütün albümü adam: derin birkaç "ah!" çekti, anarak o gençlik yıllarını... bir "tek yol" vardı "yürünecek" o yıllarda...

ne var ki "yürüdükçe," umulan şeylerin yanı sıra, umulmadık şeyler de olmuştu...

çok az da olsa yürüyenlerin sayısı, ilerdeki her "dörtyol"da oluşacak yeni karşılaşmalar, yeni buluşmalar, yeni katılımlarla "bin"leri, derken "milyon"ları aşacaktı. "şanı"ndan değildi elbette bu beklentiler yürünen yolun: "doğruluğuna inanıldığından"dı...

daha ilk birkaç "dörtyol"da, sapaklardan beklenen yeni katılımlar yerine, o sapaklara doğru, "içeriden sapma"lar oldu...

öyle oldu, böyle oldu: ama, bırakalım bugünü, o günkülerden bile başka, bambaşka, yepyeni yaşam biçimleri doğdu...

güzel şey olmalıydı yaşamak: aşkla, sevdayla, seviyle dopdolu...
ve alabildiğine "insanca" olmalıydı -değilse, öyle olmalıydı.
o günkü yaşantılar, "nâzımların hikmetleri"yle serpile serpile geliştiydi.
o günler... yalnızca ahmet arif'in mi, hayır!
bütün ahmetlerin, bütün ariflerin, bütün ayşelerin, bütün fatmaların...
daha güzel günlerin "hasretiyle prangalar eskittiği" günlerdi.

"paylaşma ve dayanışma"ydı parola...
işareti: savaşsız, "yanyana yaşamak"tı barış içinde.
...
"bir yunus emre çağıydı bu", diye değiştirdi adam, bir kitaptan yaptığı alıntının başlangıcını ve ekledi:
"onların, dünya kavramı, onların evren kavramı, onların ahlak kavramı, bizim bugünkü ahlak kavramımız değildi...

iklimleri bizim iklimlerimiz değildi. hatta sebzeleri bile bizim sebzelerimiz değildi. her şey başkaydı. hava bile, yazın sıcağının, kışın soğuğunun bambaşka olduğuna bile inanabiliriz...

gün batışları daha kızıl ve daha yoğundu. şafaklar daha beyaz ve daha şafağımsıydı...

yağmur ya şiddetle yağar ya da hiç yağmazdı. güneş ya pırıl pırıl parlar ya da karanlık olurdu...
çünkü gün kısaydı ve o kısa günden başka bir şey yoktu. (6)
...
her nasılsa, yunus emre çağında olduğu gibi, giderek, "şiddet" ve "inkâr" her şeye egemen oldu...
nice çiçekler, açtı açtı: soldu. nice âşıklar, sevdi sevişti: ayrıldı...
gidenlerle birlikte, "gidesi gelenler" de gitti...
"gitmeyi bilmeyenler" de gitti: onlar da, "gitmeyi öğrenmek adına," diyerek gitti...
üstelik gitmelerin bazıları, "gitmek" bile değildi...

gidenler: kâh coşkulu, kâh hüzünlü sesleri, "sesşeyler"i yadigâr bıraktılar geride kalanlara...
onca örselenmeye, onca kıyıma karşın, yaşamayı sürdürebilenlere...
... ve bugün: evet bugün, yine o başlangıca dönebilir mi geride kalıp yaşamayı sürdürebilenler: bilinmez...

{öyle ya da böyle: ne demişti glück "görünmeyen sınırların türküsü"nde:
"dün gece düşümde venedik'teydik;
bugün: venedikteyiz..."

ve daha ne demişti glück "bir düşlem"inde: "birkaç söz söylemek bazen / açılmaya yüz tutmuş mezarların üstüne / bir avuç toprak atmak..."

{ya gül+ten+ak(k)ın ne demişti, "uzun süren bir yağmurdan sonra"?

"... ıslanan yapraklar gibi yüzün ışır / ışırsa beni unutma
... her şeye rağmen ellerin üşür / üşürse beni unutma
... kahredersin başın önüne düşer / düşerse beni unutma..."} (7)
...
her şeyin ölçüsü değil miydi bu dünyada "unut/ma/mak".
bitirdi yazısını adam: "unuttu" tüm yazdıklarını...

{
dememiş miydi gül+ten+ak(k)ın: "bu şiir olmayacak şeyler içindi / bu şiir buz üstüne yazıldı / bir kere söylenip unutulacak..."}

tıkladı "ileri tuşu"nu adam ve haydi bakalım dedi: "yeni dostlar, yeni rüzgârlar adına..."
başlatıverdi aparı, dupduru bir "su sesi"ni: ruhi "su sesi"ni...

ek 1 (13 ocak 2012): bu yazının yazıldığı tarihten (16 aralık 2011) bir süre sonra, binbir uğraşla derlenen ruhi su'nun "yunus emre" albümü youtube'dan kaldırıldı. :(
bu durumda yapılacak tek şey vardı: aynı dönemin "hüzünlü sesi" joan baez'in bir şarkısını yazıya eklemek...
birçok şarkının adresinin yer aldığı ve dinlenilebildiği bu video'daki ilk şarkısında joan baez "bütün çiçeklerin ve bütün gençlerin gittiği yer"i sorguluyor...



"where have all the flowers gone..."
| joan baez

ek 2 (14 ocak 2012)



"raag khamaj" | ravi shankar ve kızı anoushka shankar | londra (BBC)

baez'in "bütün gençlere ve bütün çiçekler"e ilişkin sorgulamasına bir yanıt olabilir mi bilmem, ravi shankar'ın bu duruşu...

dünyanın iki ucundan da "haberdar"dı o günün genç insanları. günümüzde batı, batı'yla; doğu'ysa, doğu'yla selamlaşıp buluşma çabasında. dünya düşüncesinde ve dünyanın bütün coğrafyalarında "küresesellik" üzerine bolca söylevler duyuyoruz; ama, iş eyleme gelince: "tınnn!" üstelik, batılının bütün doğu'dan kendi cımbızıyla seçtiği birkaç "doğu"; doğulunun da, batı'dan kendi cımbızıyla seçtiği birkaç "batı" var! think global, be/do local: küresel düşün, yerel davran! özü de, özeti de bu bugünün...
oysa sözünü ettiğim bizim dönemin genç insanları, bir yandan kızılderili (indian/hintli!) joan baez'i dinlerken, öbür yandan da gerçek hintli, sitar ustası ravi shankar'ı dinleyebiliyorlardı. lise yıllarımda bizler "the beatles" hayranıydık da. genellikle dünya gençliği "savaşma, seviş!" sloganı ya da parolasıyla yaşamaktan yanaydılar. vietnam'daki savaş, yıllarca sürmüş ve savaşın kötücül anlamı bütün dünya gençliğinin zihnine kazınmıştı.
ilginçtir: ravi shankar'ın ülkesine gidip onunla müzik çalışmaları yapmıştı "bizim bitli" (the beatles) george harrison...


{oysa ben bugün yatağımdan kalkıp, perdemi açtığımda günün ilk şaşkınlığını yaşamıştım: dışarıda "elif elif" (annem, "efil efil" derdi) "kar" yağıyordu. sokak kar altındaydı. bahçem kar altındaydı... sarıldım fotoğraf makineciğime, çıkıverdim sokağa. kardan adam yapıp, çevresinde kartopu oynayan çocukları aradım: bulamadım...
bulsaydım, yeni bir yazıya başlayacaktım... başlığı çoktan hazırdı yazımın: "Ravi shanKAR!".}


[Başlangıç yazısı: "PusulaŞiir | 'Ölüm Ensemde'"]

(1) "Pergel", Behçet Necatigil.
(2) "Oradaydım", SekizinciRengim.
(3) "Mektuplar", Louise Glück.
(4) Gülten Akın.
(5) Gülten Akın.
(6) Virginia Wolf, Mina Urgan, s. 138, YKY, İstanbul, 1995.
(7) Gülten Akın.


Yorumla|Paylaş

PusulaŞiir | "Ölüm Ensemde"

bilmeden teğetlerde / uzayıp durdu ömür
beri gel pergel / çiz dar dairemi... (1)

hep olmayacak bir yerden başlıyor olmalıydı... aralıklarla dolu, kesik kesik sözler... zaman zaman olmayacak bir yere getirdiğinden olabilir miydi sözü: bilinmez.
kaç gündür, kaç gecedir böyle oluyordu: n'apsa, n'etse, tamamlayamıyordu adam yazısını.
sözcüklerden çok, "üç nokta"larla doluydu defterinin son sayfaları.
...
"göz dediğin, ışığa; yürek dediğin, ateşe düşkün olur," derdin... öyleyse, neden: benden önce sen örtünüyordun, çekip çekip başına. o soğuk, o karanlık geceleri...
ne diyordun, "niye böyle oldun sen?" diye sorduğumda: "bırakalım, yaz gelsin!"
bıraktık... ne oldu? ne değişti? bir, iki: gelip gelip geçiyordu yazlar. üç, beş...
"yalnızlığın en kötüsü, iki kişilik olandır," deyip, alıp başını gitmeliydi birimiz: sonunda, kalan ben oldum, giden sen...
demiştin ki o gün bana: "alışamazsak, ya sen bana gelirsin. ya ben sana dönerim..." tek bir haber alamadan birbirimizden, geçti nice içi "yaz"lı yıllar. sen, gittiğin yere alıştın mı bilmiyorum. ama, ben alıştım kaldığım yere...
iki şey var, beni kaldığım bu yere bağlayan: birini, gittiğin günün sabahında; öbürünü, gittiğin yılın kışında fark ettiğim: iki güzel "ses". ilki, biri öbür tekiyle konuşan bir çift terlik sesi: "tip tap! tip tap! tıp...." ikincisi, çatıda uyuklayan kumru çiftinin, birbirlerine sokulurkenki sesi: "guuk! guguuk!"
yine de bir başka sorunum var, her gün yaşadığım: uzun süren, şu ara sessizlikler...
...
işte bugün de tam burada olduğu gibiydi. bitmeden kesiliveriyordu söz...
kesinlikle bir anlamı olmalıydı bu durumun. n'apmalıydı şimdi adam?
belki bir "şiirşey" anlamlandırabilirdi bu sessizliği. ama, hangisi?
belki bir "özsöz" çözebilirdi bu dilsizliği. ama, hangisi?
uzayıp gidiyordu "belki bir..."ler.

Yorumla|Paylaş
Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...
 

Labels | Etiketler

08 Mart 2014 10 05 2015 Anneler Günü 101 Dize 11 Mayıs 2014 12 Mayıs 2013 Anneler Günü 13 Mayıs 2012 14 Şubat 18 Ağustos 18 Ağustos 2010 Doğumgünüm 18 Ağustos 2011 Doğumgünüm 18 Ağustos 2012 18 Ağustos 2013 18 Ağustos 2014 18 Ağustos 2015 Doğumgünüm 2011 2014 Falım 2015 60+1 8 March 8 Mart 8 Mart 2013 Adalar Adalet Ağaoğlu Âh Mine'l-Aşk Ahmet Hamdi Tanpınar Ahmet Haşim Ahmet Ümit Akşamüstleri All The Flowers Gone Altmışa Merdiven Anadolu Büyüsü Anadolu Çalgılarıyla Rahatlama Müziği Anayurt Özlemi Anneler Anneler Günü Âşık Sana Bir Sözüm Var Aşk Aşk Çocukları Aşk İki Nokta Üst Üste Aşk Mektupları Aşk Sürgünü Aşk Şiirleri Aşk Üçgeni Aşk ve Felsefe Aşkın Kokusu Aşkın Renkleri Aşklar Attilâ İlhan Ayın Nadir Aykırı Metinler Aykırı Sesler B. B. King Baba Babalar Günü Bahar Bahr-ı Tahvîl Bahrı Tahvil Behçet Necatigil Ben Birimdeyim O Altmışında Bilmem Şu Feleğin Bir Aşk Öyküsü Bir Bahar Akşamı Bir Yılbaşını Anlamak Blues Boşuna Bekliyorsun Bu Dünyada Olan Bitenler Buket Uzuner Buluşmak Üzere Can Yücel Caz Cemal Süreya Cemre Cep Telefonu Cogito Come Out Whatever You Are Cümleler Çamlıca Çıplak Ayaklıydı Gece Çiçekler Çivitmavisi Çoğulcu Bir Aşk Belgesi De ki Dedicated to Van Gogh Deniz Depremler Der ki Nar DerKenar Devrim Diller ve Nesneler Dilsiz Aşk Divan Şiiri Doğum Gelenekleri Doğum Günüm Doğum Törenleri Doğumgünleri Dost Dostların Anısına Dostluk Dört Mevsim Dr Ufuk Yaltıraklı Duvar Yazıları Dünya Anneler Günü Dünya Annneler Günü 2010 Dünya Annneler Günü 2012 Dünya Kadınlar Günü Editorbey En İyi Dost Erciş Erkeklerimiz eS Eysan Facebook Fal Felsefe Felsefe Akşamları Felsefe ve Aşk Felsefe ve Yaşam Felsefenin Aşkı Felsefenin Tadı Fotoğrafçı Friendship Geldi Kafiye Gitti Safiye Gemiler Giderim Van'a Doğru Göç Gökkuşağı Gökyüzü Gülen Yüzler Ülkesi Güller Gülten Akın Güven Turan Güvercin Ayrılıklar Güvercinler Güvez Güvez Diliyle Güvez Fotoğrafları Güvez Gözüyle Güvez Şiirleri Güzelleme Happy Birthday To Us Hasat Mevsimi Haydar Ergülen Hepi Börtdey Tu As Hepi Börtdey Tuuu Miii Hercai Hide and Seek İblisler Azizler Kadınlar İdiller Gazeli İki Kıta İki Âşık İkimizin Doğum Günü İlhan Berk İlk Akşam İlk Gün İlkbahar İlkyaz İnferno İskender Pala İstanbul İstanbul Baharları İstanbul Etkinlikleri İstanbul Fotoğrafları İstanbul Mevsimleri İstanbul Şiirleri İstanbul ve Aşk İstanbul'da Aşk İstanbul'da Felsefe İstanbullu Şiirler İyi ki Doğdum Joan Baez Kadıköy Kadıköy'de Söyleşi Kadınlar Kadınlar ve Erkekler Kahvaltı Kandil Işıkları Kapı Kara Kuşlar Karakışlar Kargalar Karşılaşmalar Kavuşma Kayahan Özgül Kediler Kedilerin Aşkı KendimLe Kıyılar Klip Kuşlar Kutlama Kutsal Aşklar Kuyudaki Adam Logos Louise Glück Martı Martılarındır İstanbul Mektuplar Moda Mother's Day 2013 Murathan Mungan Mutluluk Müzik Nar Nâzım Hikmet ve Aşkları Nehir Dizeler Netlog Nirvana nirvAnne Omlet Özdemir Asaf Özlem Panorama Papatyalar Parıltı PusulaŞiir Refik Erduran Relaxation Music with Turkish Instrument Renkli Taşlar Resmin Gölgesi Şiire Düştü Ruhi Su Sabah Saint Valantine Day Saklambaç Seçiminiz Hangisi? SekizinciRengim Seni Düşündüm Servet-i Fünun Sevda Sevgi Sevgi Soysal Sevgili Sevgili Sözleri Sevgililer Sevgililer Günü Sevgililer Günü 2015 Sobe Sokaklar Söylenmezi Bulmak SuSu Şeker Bayramı Şeyh Galib Şiir Şiir Şey Şiir Şeyler Şiirler ŞiirŞey ŞiirŞeyler Şubat Taşlamalar Tevfik Fikret Tuttum Birini Sevdim Ufuk Yaltıraklı Üsküdar Üzgün Kediler Gazeli Van Erciş Depremi Van Gogh'a Adanmıştır Vapur Vapurlar Video Videolar World Mothers Day World Women Day Yakalar Yalnızlıklar Yâren Yâren Evi Yârenlere Ağıt Yaş Yaşam Yaz Yaz Issız Yazısız Yeni Yıl Yeni Yıl Kutlaması Yılbaşı Yolllar Yunus Emre Yurdumsun Ey Uçurum Yürümek